‘Platon’un dostuyum ama hakikatin daha çok dostuyum’ ARISTOTELES
TARİH ÜZERİNE BİR DENEME –
‘Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez’ diyor bilge Sokrates. İnsani ve zihni bir beceri olan sorgulama faaliyeti her şeyden önce bilmeyi gerektirir. Sadece kendimizi, kendi hayatımızı değil, geçmişimizi, insan olarak, toplum olarak, dünden bugüne nasıl bir hayat yaşadığımızı, hangi aşamalardan geçtiğimizi, nasıl bir ilerleme kaydettiğimizi, bizden önceki kuşaklardan neyi nasıl devir aldığımızı, devir aldıklarımızı koruyup koruyamadığımızı ve bu mirasa hangi değerleri kattığımızı bilmemiz gerekir.
Bütün bu konularda bize yardımcı olacak, yol gösterecek, bizi bilgilendirecek ve bilinçlendirecek olan tarihtir. Zira insan soyunun nasıl ilerlediğini, uygarlığın nasıl geliştiğini, toplum, aile ve meslek yaşamımızın geçmişten bugüne nasıl değiştiğini ve örgütlendiğini bize tarih anlatır.
‘Hafızanın yaşamlarımızı yapan şey olduğunu fark etmek için, parça parça da olsa, hafızanızı yitirmeye başlamanız gerekir. Hafızasız hayat, hayat değildir… Hafızamız; tutarlılığımız, aklımız, duygumuz, hatta eylemlerimizdir. Bunlar yok ise eğer, biz bir hiçizdir.’ Bu sözler İspanyol sinema yönetmeni Luis Bunuel’e ait. Bunuel’in bu son derece isabetli yaklaşımına göre, hafızamız üzerinde etkili olan iki ana unsur tarih ve yazıdır. Zira tarih ve yazı, yaşadıklarımızın, deneyimlediklerimizin, geçmişte olup bitenleri öğrenmemizin ve ifade edebilmemizin araçlarıdır. Bizi geçmişimizle buluşturan, geçmişimizi koruyan, kişisel, toplumsal ve kurumsal hafızamızı canlı tutan, geçmişimizle, kendimizle yüzleşmemizi, kendimizi, geçmişimizi tanımamızı, sorgulamamızı sağlayan, bizi eğiten, bizi bilgilendiren, bizi düşündüren tarihtir, tarihe düşülen notlardır, yazılardır, kayıtlardır, tarihsel mekânlardır, zamanın geçip giderken üzerimizde bıraktığı izlerdir, tortulardır. Ve biz bunları bilmek ve öğrenmek isteriz. Esasen tarih biliminin ve yazımının işlevi ile amacı da budur.
Değerli sosyolog ve akademisyen Prof. Dr. Nilgün Çelebi’nin, ‘Fikir Coğrafyası’ ismini taşıyan blogda, ‘Fikir Coğrafyası’ başlığı ile yazdığı 10 Mart 2020 tarihli yazısında ifade ettiği üzere, ‘Tarih yazıyla başlar, zira yazı bize dolaylı değil, doğrudan bilgi sunar. Herhangi bir mağara resminden, totem figüründen, herhangi bir alet, araç ve gereçten daha kapsamlı bilgiler sunar. Bir resim sadece bir resimdir, bir alet sadece bir alettir. Onlar konuşmazlar ama onları biz konuştururuz, onlara biz anlamlar yükleriz. Oysa yazı kendiliğinden konuşur. Yazı konuşulmuş, düşünülmüş olanın kaydıdır…Yazı sadece kayıt tutmanın, savaşçı ve hükümdarların maceralarının, duygularının ifade aracı olmakla kalmaz. Yazı bunlarla birlikte ve bunların üstüne, somutta değil, soyutta var olanın, zihinde düşünülenin, tahayyül ve tasavvur edilenin, tasvir ve hatta temsil edilenin, yani varlığı zihinde kurgulanmış olanın da yansıtıldığı, ifade edildiği, kayda geçirildiği araç olur… Böylece yazı düşüncenin hıfzedildiği mekan haline gelir. Yazı sadece düşünceyi hıfzetmekle kalmaz, aynı zamanda düşünceyi sistematize de eder…Yazının kavramsal düşüncenin de ifade aracı olması demek, yazının mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel bilginin de ifade edilmesini, korunup saklanmasını ve iletilmesini mümkün kılan bir araç olması demektir.’
Özetle tarih, geçmişte yaşamış insanların ve insan topluluklarının bütün faaliyetlerini yer ve zaman göstererek, bunların arasında sebep/sonuç ilişkisi kurarak, belge ve bulgular ışığında inceler. O nedenle, tarih, geçmişe dair bitmez tükenmez sorgulamaların, sonu gelmez metodolojik ve fikirsel tartışmaların alanıdır. Tarihçilerin en başta gelen görevi ise, sadece tarihsel olay ve olguları ortaya koymak değil, topluma dayatılmaya çalışılan ve bir kısmı hakikatle ilgisi olmayan geçmişe ilişkin çarpıtılmış verileri, insanların hoşuna gidecek, onların gururunu okşayacak yorumları eleştirel bir gözle incelemek ve daha sonra bunları nesnel bir şekilde ifade etmektir. Aristoteles’in ‘Platon’un dostuyum ama hakikatin daha çok dostuyum’ demesi bundandır, bundan dolayıdır. Zira toplumda yerleşmiş olan hatalı ve çarpıtılmış bilgi, yorum ve yaklaşımlar, hakikatleri ortadan kaldırmaz, kaldıramaz ama bunlar kolay kolay insanların ve toplumların hafızasından silinmez, silinemez.
Diğer taraftan insan merak eden bir varlıktır. Kendi geçmişini, ait olduğu toplumun geçmişini, insanlığın ve başkaca toplumların geçmişini bilmek ve öğrenmek ister. Her zaman açık ve somut bir yarar olmasa da, bu merak, çok sayıda insanda ve hemen her toplumda vardır. Bu bağlamda, tarih insanlara sadece genel olarak insanlık tarihi hakkında değil, ait oldukları ve yaşadıkları toplumun geçmişi hakkında da bilgi verir. Nitekim yazının olmadığı eski dönemlerde dahi, insanların ve toplumların kendi geçmişleriyle ilgili bazı bilgilerin efsaneler, söylenceler, menkıbeler yoluyla bir nesilden bir diğer nesle aktarılmış olmasının nedeni meraktır.
Modern toplumlarda, tarih araştırmaları bu geçmişi öğrenme merakından doğar ve bu merak belirli metodolojik kurallara, bulgulara, kanıtlara dayanması gereken çalışmalar sonunda tespit edilen ve olabildiğince hakikate dayanan bilgilerle karşılanır. Bunların farklı tarihçiler tarafından farklı şekillerde ve hatta yanlış olarak anlatılması, merak etme düşüncesi üzerinde çok fazla etkili değildir. Aksine, insanlar bu yolla tarihsel bilginin göreceliğini öğrenirler ve dolayısıyla geçmişle ilgili olarak yazılan ve söylenen şeylere daha eleştirel bir şekilde yaklaşma kültürünü edinirler, bu konuda çıkarımlar, sorgulamalar ve karşılaştırmalar yaparak kendi bakış açılarını geliştirebilirler ve hatta değiştirebilirler.
Elbette bunun böyle olması, toplumdaki demokratik çoğulculuk anlayışının gelişmesine, yazılı ve görsel medyanın bağımsız ve tarafsız olmasına bağlıdır. Eğer toplumdaki demokrasi ve demokratik çoğulculuk anlayışı ve kültürü yeterince gelişmiş ise, medya aracılığı ile topluma yansıyan, bu yolla topluma dayatılmaya çalışılan haberlerin, bilgilerin, verilerin ve yorumların, insanlar ve toplumlar tarafından sorgulanması mümkün hale gelir. Sonuç itibariyle, geçmişi öğrenmeye yönelik ilgi ve merak, hemen her toplumda ve her zaman var olacağı için, tarih araştırmalarının özgür bir ortamda geliştirilmesi ve bunların sonuçlarının değişik kanallarla topluma olabildiğince az hatalı ve saptırılmadan aktarılması, tarih bilgisinin insanlara ve toplumlara bu çerçevede sunulabilmesi, kamuoyunun sağlıklı bir şekilde oluşturulması yönünden son derece önemlidir.
Tarihi eğer bizim bilgi dediğimiz, olay dediğimiz olgu dediğimiz şey ise, geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların, olguların, bunların meydana geldiği dönemin şartları göz önüne alınarak ve mümkün olduğunca objektif bir şekilde sunulması gerekir. Nitekim tarih sözcüğünün türetildiği Grekçe ‘istoria’ sözcüğü; bildirmek, haber almak yoluyla bilgi edinmek demektir. Aynı sözcük kadim Yunanistan’ın Attika/Atina lehçesinde; görerek, tanık olarak bilmek anlamlarının yanı sıra fizik, coğrafya, astronomi, bitki, hayvan bilgisi ve hatta doğa bilgisini kapsayacak şekilde ve oldukça geniş anlamlarda kullanılmıştır.
Bununla birlikte tarih, geçmişteki olayları ve olguları sadece kronolojik olarak sıralayan ve öylece sunan bir bilim değildir. Zira tarih, sadece geçmişte yaşanmış olayları ve olguları anlatmakla yetinmez. Aynı zamanda o olayların ve olguların arkasında yatan sosyolojik, politik, ekonomik nedenleri, bu nedenleri oluşturan etkenleri, neden/sonuç ilişkisi çerçevesinde inceler ve bu yolla geçmişte yaşanan olaylardan, deneyimlerden geleceğe dönük dersler çıkarılmasını sağlar.
Bu çerçevede tarih, bize sadece geçmişimizi anlatmaz, geleceğimizi de anlatır, gelecekle ilgili olarak öngörülerde bulunmamızı sağlar. Zira özel bir disiplin olarak tarihin bize sağladığı en önemli fayda, insanın ve insanlığın geçmişi konusunda bizi bilgilendirmesi ve aydınlatmasıdır. Bu bilgilenmeyi edinmek, geçmişi öğrenmek, geçmiş hakkında aydınlanmak, ayrıca bizim insanın tabiatını anlamamızı ve öğrenmemizi de kolaylaştırır.
Nitekim şimdilerde İngilizceden Türkçeye çevirisi üzerinde çalıştığım İngiliz tarihçi ve düşünür R.G.Collingwood The Idea of History/Tarih Düşüncesi isimli eserinde bu konuda şunları yazıyor: ‘Tarih ne içindir? Benim buna yanıtım, tarihin insanın kendisine ilişkin bilgisi “için” olduğudur. Genellikle kendini bilmesinin insan için önemli olduğu düşünülür. Kendini bilme burada sadece insanın kendi kişisel özelliklerini, onu diğer insanlardan ayıran şeyleri bilmesi demek değildir, insan olarak kendisini, kendi tabiatını, özelliklerini bilmesidir. Kişinin kendisini bilmesi, öncelikle insan olmanın ne demek olduğunu bilmesi anlamına gelir. Tarihin değeri bize insanın ne yaptığını, böylece insanın ne olduğunu öğretmesidir.’
Tarihçiler, tarih yazımında, ana kaynak olarak yazılı kaynakları, kamuya ya da özel kişilere ait arşivlerde bulunan belgeleri, tarihi yazılan döneme ait kanunlar, kararnameler, kararlar gibi resmi kayıtları, insanların hatıralarını, edebiyat çalışmalarını, gazete ve dergileri, tarihin sözlü kaynakları ve nesnesi ile öznesi olan insanları, insanların görgüye dayalı anlatımlarını, yine sözlü kaynak niteliğinde olan tarihsel şiirleri, hikayeleri, efsaneleri, mitosları, destanları, menkıbeleri, fıkraları ve atasözlerini esas alırlar. Tarih yazımında bunlar kadar önemli olan ve yararlanılan bir diğer kaynak da, arkeolojik kazılarda elde edilen malzemelerden oluşan tarihsel kalıntılardır. Zira tarihçiler, yazılı ve sözlü kaynakların yeterli olmadığı durumlarda, tamamlayıcı kaynak olarak bu kalıntılardan, örneğin dönemin günlük toplum hayatında insanlar tarafından kullanılan eşyalardan da yararlanırlar.
Tarih esas olarak objektif verilere, olgulara dayanan bir bilim olmakla birlikte, yine de tarihin objektifliği ve hakikati tam olarak ifade ettiğini söylemek mümkün değildir. Zira tarihçilerin tarih yazımında yararlandıkları yukarıda sözü edilen kaynaklar, kimi zaman güvenilmez, kimi zaman da tarihçinin kişiliğine, siyasal görüşüne ve tercihlerine, dönemin siyasi ve ideolojik koşullarına bağlı olarak subjektiftir. O nedenle, tarihçinin kaynak olarak yararlandığı bütün bilgilere, verilere, kayıtlara, her türlü olasılığı dikkate alarak eleştirel bir tarzda yaklaşması, bu kaynakları neden/sonuç bağlantısı çerçevesinde değerlendirmesi gerekir.
Aynı şekilde tarih okuyucusunun da, tarihçilerin yazdıklarını bu çerçevede okumaları, yazılanları neden/sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirmeleri, her yazılana inanmamaları, başkaca kaynaklara başvurmaları gerekir. Esasen sağlam bir tarih bilgisi ve eğitimi, tarihsel eleştiri ilkelerinin bilincine varılmasının yanı sıra, belirli derinliği olan bir tarih bilgisini gerektirir. Bu sadece toplumun belirli bir azınlığının hakkı değil, aksine toplumsal bir gereksinim ve toplumun bütünün hakkıdır. Aksi takdirde toplumlar ve insanlar, çoğu hakikat olmayan, yanlış ve yanıltıcı olan efsanelerin, menkıbelerin, masalların, batıl itikatların esiri olurlar.
Tarih, geçmişte yaşamış insanların, toplumların ya da devletlerin kültürel, coğrafi, ekonomik, politik, sosyal, hukuksal ve dinsel yapılarını ve yaşayışlarını inceleyen ve araştıran bir disiplin olmakla, tarihin bilimsel bir disiplin olmasını sağlayan en önemli etken, geçmişi incelerken bilgi ve belgeye dayanması, olayları ve olguları bir neden/sonuç ilişkisi çerçevesinde incelemesidir. Diğer bir deyişle, tarihe bilimsel disiplin özelliğini kazandıran husus, tarihin kaynaklar üzerinden gözlem yapması, yaptığı gözlemleri, bu gözlemlerden elde ettiği sonuçları, verileri ve bilgileri sebep/sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirmesi ve çıkarımlarını buna göre yapmasıdır.
Tarihin konusu, öznesi ve nesnesi insandır. İnsan ve insanlık olarak geçmişimiz, insanlık tarihinin çok ama çok ötesine de gitse, tarih insanlığın kaydedilmiş olan geçmişiyle ilgilenir ve bunun araştırır. Bu anlamda tarih insanla, insanlıkla başlar. İnsanın varoluşundan önceki süreç jeoloji, paleontoloji gibi disiplinlerin ilgi ve inceleme alanına girer. İnsanın varoluşundan ve yazının icat edilmesinden sonraya tekabül eden toplumlardan geriye, bu toplumların tarihlerini aydınlatabilecek bulgu ve kanıt bulunmadığı gerekçesiyle, bu dönemler ‘tarih öncesi dönem’ olarak isimlendirilir ve kimi tarihçiler tarafından bu evreler, tarihin inceleme alanının dışında bırakılır. Ne var ki, teknolojik gelişme ve buluşların hizmete girmesine bağlı olarak tarih metodolojisinin ve tekniklerinin gelişmesiyle, etnoloji, antropoloji, dil bilimi, sosyoloji gibi disiplinlerin devreye girmesinin sağladığı verilerin tarih ve tarihçiler tarafından kullanılmaya başlanılmasıyla ‘tarih öncesi dönem” denilen bu evrelerin ve toplumların tarihi de artık incelenebilir durumdadır ve esasen incelenmektedir de.