“Piyasacı” iktidarların bir temel tezi vardır:
Devlet piyasaya girmemeli, müdahale etmemeli, özel sektörün işlerine karışmamalı…
Küresel sermayenin pek hoşuna giden bu tezin gerekçesi şuydu:
-Devlet, katı ve bürokrat yapısı dolayısı ile işletmecilikte özel sektör kadar başarılı olamaz.
-Önemli yatırım kararları sonuçta birer devlet memuru olan yöneticilerin inisiyatifine bırakılamaz.
-İşletmeler devletin elinde olursa, iktidar politikacıları buralara kendi adamlarını doldurur, istismar olur, işletmeler hantallaşır, hazineye zarar yazar.
-Oysa her işletmenin amacı “para kazanmak” olmalıdır…
Falan filan…
*
Ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında görülmüş ve yaşanmıştır ki, sermaye birikimi zayıf olan bizim gibi ülkelerde yerli özel sektör, özellikle büyük sınai yatırımları finanse edemiyor.
Bu çaptaki yatırımların yapılması mutlak bir gereksinim ise işin içine devletin de girmesinden başka çözüm yok.
Düşünsenize; Bu günün en köklü ve en büyük sermaye grubunun kurucusu Vehbi bey bile o kuruluş yıllarında sadece Ankara’lı bir bakkal değil miydi?
Ortada ciddi bir sermaye yok iken o şeker fabrikaları, o basma fabrikaları, daha sonraki demir çelik fabrikaları hangi parayla yapılabilirdi ki o zamanlarda?
O tarihte bunlar devlet eli ya da desteğiyle yapılmasaydı, ya “piyasa” ve dolayısıyla ekonomi tümden yabancılara teslim edilecekti veya sanayileşme adına hiçbir şey yapılamayacak, en ufak bir gelişme yaşanmayacaktı.
Bunlar yapılırken işin bir de ikinci yönü vardı:
Yine bizim gibi bir kurtuluş savaşı vermiş, ekonomisi güçsüz, saltanatı yıkıp halkını iktidara getirmiş ülkelerde, iktidarların bir “sosyal politika” da uygulaması gerekiyordu.
Öyle ya, ekonominin zayıf, sermayenin yetersiz, sanayiin bir “hiç” ölçüsünde olduğu ülkede “piyasa” modelinin halka bir şeyler vermesi, istihdamı geliştirmesi, stratejik sektörleri yabancılardan koruması mümkün olabilir miydi? Kimi büyük işletmeler sermayenin sadece daha fazla kazanma güdüsüyle içeriden-dışarıdan birilerine bırakılsaydı halkçı bir düzen kurulabilir, halka bir ölçüde de olsa refah sağlanabilir miydi?
Örneğin Sümerbank’tan ucuz ayakkabı, Nazilli’den ucuz basma alınabilir miydi?
Olamazdı tabii…
Devletin, halkçı bir politika güdebilmesi için mutlaka o ekonominin, o piyasanın içinde olması; onlara en azından bir süre “yön vermesi” “düzenleyici olması” gerekliydi.
Hatta, Türkiye’nin ilk işletmecilerinin yetişmesinde bile kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) birer fidanlık görevi görmediler mi?
En başarılı özel sektörcüler bu devlet kurumlarından yetişip piyasaya atılmadılar mı?
*
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları, Amerika’dan başlayıp bütün dünyayı etkileyen 1929 ekonomik bunalımı, İkinci Dünya Savaşı, iki blok arasındaki soğuk savaş, siyasi kamplaşmalar, Kore savaşı, Truman Doktrini, Marshall Planı, Bretton Woods anlaşmasıyla doğan Dünya Bankası, IMF, OECD, Tek parti iktidarından çok partililiğe geçiş ve Demokrat Parti iktidarı… falan derken bir de bakıldı ki; biz de ister istemez artık “Piyasa”nın geçer akça olduğu bir döneme girdik.
İyi mi oldu?
İyi ya da kötü… Ama artık rüzgar böyle esmeye başlamıştı.
Piyasacılık rüzgarını arkasına alan ve bu tercihleriyle batıdan destek bulan iktidarlar durumlarını biraz daha sağlamlamak -ve mutlaka- aldığı desteğin hakkını verebilmek için giderek kamu yatırımlarını birer birer gözden çıkarmaya başladılar.
ABD’de Reagan, İngiltere’de Tatcher, Türkiye’de Özal’lı yıllar, “piyasacılığın” en kuvvetle savunulduğu, kitlelere “işin gereği budur” diye kabul ettirilmek istendiği dönemlerdi.
Ancak onların dönemi biterken, ekonominin o kadar da kendi başına bırakılamayacağı, kar hırslarının yoksulluğu, işsizliği arttırdığı düşüncesi baş göstermeye başladı dünyada.
Ekonomi zaman zaman sıkıntılara düşüp, durgunluklar, iflaslar artınca -bu düzenin sürdürülebilmesi açısından bile- devletin de bir şeyler yapmasına gerek olduğu anlaşıldı.
Peki, anlaşıldı anlaşılmasına da; sonra ne oldu?
*
Bizde -çok ahlaki olmasa da- oldukça kabul görmüş bir laf var:
“Bal tutan parmağını yalar”
Dünya’daki gelişmelerin de etkisiyle bizi de etkileyen “Devlet işletmecilik yapmaz, eldekileri satalım” anlayışı, bu “özelleştirme” olayından o kadar keyif aldılar ki, aslında iktidarda kendileri olup taraftarlarını işe alabilecekleri, her türlü nimetinden yararlanacakları bu işletmeleri “daha da büyük düşünerek” ve “babalar gibi” birilerine pazarladılar.
Pazarlanan malların o uzun listesi de, bu işte “racon kesen” dar kadronun da tek tek sayılmasına, polemik yaratılmasına gerek yok.
Gören göz görür, düşünen kişi bulur..
Önce “özelleştireceğiz” diye yatırımlarını durdurup değersizleştirdiler.
Sonra “Özelleştirme İdaresi” altına sokup yönetim ve denetim altına aldılar.
Sonra “satışlar” başladı.
Satıldı… satıldı…satıldı…
Her satışta, özellikle yabancı alıcılar gösterilip bir yandan “bak yabancı yatırımcılar, yabancı sermaye Türkiye’ye geliyor” deniyordu; bir yandan da “Özelleştirmeden şu kadar gelir elde ediyoruz”.
Oysa, genelde yabancı sermaye gelip de yeni istihdam sağlayacak sıfırdan yatırımlar yapmıyor, zaten mevcut olanı alıyordu. Aldığı, sigarada, içkide olduğu gibi o işin iç pazarıydı, -o olmadı- artık şehir içlerinde kalmış geniş fabrika arazileriydi.
Bunların satışından elde edilen paralar söylendiği gibi gerçekten bu ülkenin “geliri” miydi peki?
Asla… Eğer öyle olsaydı, atadan kalma tarlaları satıp satıp elden çıkaran mirasyedilere de “aman adam ne kadar çok gelir elde ediyor” derdik.
Değildi. Sadece mal elden çıkıyor, parası geliyor ve bir ölçüde satanı ve yakınlarını sevindirdikten başka, bütçe açıklarını kapatıyordu.
Tasfiyeydi aslında.
Hangi miras kime yetmiş ki?
Bir süre sonra para edecek “mal” kalmayınca “devlet yapamaz, özel sektör yapsın” diyenlerin önünde bir başka model yükselmeye başladı:
“Yap-İşlet-Devret”
Bu kez, satılan kamu mallarının yerini “imtiyazlar” aldı.
“Gel, burayı ya da bu işi sana veriyorum, yap işlet bol para kazan”
Slogan değişti:
“Devletten beş kuruş çıkmadan yatırımlar yapıyoruz, şu kadar yıl sonra mal yine devletin olacak”
Peki, bu model Özal döneminden beri uygulandığına göre, o tarihlerde yapılıp işletilen ama devlete “devredilen” kaç tesis var hiç düşündünüz mü?
Görünen o ki, bir kere elden giden kolay kolay kamu ekonomisine geri dönmüyor. Herhalde ya “içindekine” satılıyor ya işletme süresi uzuyor.
Peki “verilirken” devletten çıkan bir şey yok mu?
Var elbette. “Gel, buraya bir işletme kur para kazan” derken aslında çok da yabancı olmayan birilerine bir “imtiyaz” yani ayrıcalık verilmiyor mu?
Bu modelle köprüler, yollar, tünelleri yapanlar, böyle bir iş kendilerine “verilince” bu işten ne kadar da çok para kazanacaklarını düşünüp ellerini oğuşturmuyorlar mı? Ya da bu işi maliyetine işletip “vatandaşa hizmet olsun” mu diyorlar, fiyatları devlet işletmesi gibi düşük mü tutuyorlar?
Değil tabii.
*
Şimdi gelelim sonuca:
Uzunca bir girişle, ileri sürülen tezin “devlet iyi işletmeci olamaz, bu işin kaça mal olup ne kazandıracağına en iyi özel sektör karar verir” denmiyor muydu?
Hemen soralım o zaman:
Maden devlet bu işten anlamaz, politikacı istismar eder deyip bu yatırımları devlet eliyle ve kazancı halka kalacak, hizmeti ucuza verilecek biçimde yapmıyoruz da, o özel sektöre teklif edilen köprülerin, yolların, tünellerin kaça mal olacağını, oradan kaç araç geçeceğini, kaça işletilip kaç para kazanacağını nasıl oluyor da yine o “bu işten anlamaz” “çok da tarafsız olamaz” dediğimiz devlete ve hükümetin siyasi kadrolarına bırakıyoruz?
Özel sektör yani bu işin yatırımcıları da onları kredilendiren finans kapital de elbetteki bu işten kaç para kazanacağını çok iyi biliyor.
Hatta sonra bu hesabın üzerine, oyun bozanlık yapılmasın diye devletten bir de hasılat garantileri alıyor.
Peki,
-Onlara bu imtiyazı verenler, verdikleri tarihte bu imtiyazın gerçek değerini, yani devletten “çıkanı” biliyorlar mı?
-Onlara baştan bu garantileri verenler, özel sektörün belki de alamayız dediği paraları baştan garanti edenler, daha sonra bu devletten ve dolayısıyla halkın cebinden kaç para çıkacağını hangi derinlikle biliyorlar, hangi tarafsızlıkla hesaplıyorlar?
Bunu şu son büyük yatırımlar ve onların ilk sonuçlarını göz önüne alaraktan bir kere daha düşünmeye ne dersiniz?
Yatırımını yapmaya gelince “biz devlet olarak bu işten anlamayız” diyenler nasıl oluyor da “yaptırmaya” gelince” sermayedarlara “bak şu kadar yatırıp bu kadar kazanamazsan üstünü sana ben garanti ediyorum” diyebiliyor?
Yatırımcının beklediği hasılat çıtasını yükseltirken o konudaki devlette olmadığı kabul edilen “engin bürokratik bilgiye” mi yoksa bu işi daha iyi bilir diye düşünülerek o yapsın denen yatırımcının “beni bu kadarı kurtarmaz” demesine mi bakılıyor?