Balıklar suda yaşar.
Bankalar, holdingler, boy boy şirketler de “piyasa” denen ekonomi denizinde…
Ne o balıklar, içinde yüzdükleri suyu beğenmeyip karaya çıkabilirler, ne de o irili ufaklı işletmeler kendi deryaları olan “piyasa”larının dışında kalabilirler.
“Bu işlerde kanun budur” demek bile az gelir;
Çünkü liberal ekonomide “işin doğası” budur.
*
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin küllerinden doğduğu “Osmanlı”, kendi ekonomisinin “suyu çekilmiş” bir devletti.
On beşinci yüzyılda yabancılara bol keseden “al bu da benden” gibisinden verilen “imtiyaz”lar son beş yüz yılda giderek birer sömürü aracına dönmüştü.
O uzun yüz yıllar boyunca ticarette, imalatta ağırlıklı olarak hep yabancılar faaliyet gösterdi, onlar kazandılar ve doğal olarak da kazandıkları paraları kendi memleketlerine götürdüler.
Bu işlerde devlet ve millet kazanamadığı için de önce elde avuçtakiler gitti, sonra da alabildiğine borçlanıldı.
Nihayetinde, bazılarınca şimdi “Ulu Hakan” diye anılan padişah II Abdülhamit, Galata bankerleri ve alacaklı devletlerle dört aylık bir pazarlıktan sonra 1881 yılının “muharrem” ayında bir “kararname” ile Osmanlı devletinin iflas ettiğini, borçların ödenebilmesi için gelirlerinin bu alacaklılarca toplanmasını kabul ve ilan etti.
Ünlü “Muharrem Kararnamesinde, Osmanlı borçlarının yönetimi için bir kurum oluşturulacaktı.
Bu kuruma “Düyun-u Umumiye-i Varidat-ı Muhassasa İdaresi,” ya da yaygın adıyla “Düyun-u Umumiye İdaresi” denilmiştir.
Duyun-u Umumiye, Bu gün Cağaloğlu’nda İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılan büyük binayı inşa edip oraya yerleşti.
Duyun-u umumiye, aslında bir “devlet olma”nın ya da “Osmanlı’nın Osmanlı olmasının” en birinci göstergesi olan “vergi toplama” işinin önemli bir kısmını üstlenmişti.
9 bin çalışanıyla Osmanlı idaresinden daha yaygın bir mali örgütü vardı.
Düyun-ı Umumiye’nin idare meclisi 7 üyeliydi.
Üyeler beş yıllığına seçiliyordu. O üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her milletten birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan oluşuyordu.
Dış borçların tamamına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara ait olduğu için, heyet başkanlığı da bu yabancılardan seçilebilmekteydi.
Duyun-u Umumiye bu yapısı ve gücüyle “paraya hükmettiği için” tabii ki ülke ekonomisinde yapılacak her işte padişahtan daha fazla söz sahibiydi.
*
Düşünün bakalım:
Kendi ekonomisine sözü geçmeyen bir devlet ne kadar güçlü olabilir?
Buna, “En fazla Osmanlı”daki kadar diyebilirsiniz.
Doğrudur.
Peki o zaman gelelim günümüze ve o soruyu başka türlü soralım:
“Liberalliktir” “küreselciliktir” ya da “babalar gibi özelleştirdik” deyip o ekonomi denizini hem bileşik kaplar misali dünyanın bütün büyük sermaye denizlerine bağlar, hem stratejik kamu işletmelerini “Şu özelleştirmeden de iyi para geliyor” deyip elden çıkarırsanız ülke ekonomisini ve dolayısıyla devleti yönetmek için elinizde ne kadar imkan kalır? Ya da bu durumdan şikayet ederseniz; ne kadar haklı olabilirsiniz?
Bakın Türk ekonomisinin can damarlarına…
Bankalara, sigorta şirketlerine, leasing şirketlerine,
Büyük sanayi şirketlerine, madenciliğe, otomotive, ilaca, kimyaya, enerjiye, Telekom’a, eski Tekel ürünlerine…
“Gel Yap İşlet” dediğimiz için “devletten beş kuruş istemeden” yapıp yapıp da şimdi kendi hesabına “işletenler” kimlerden?
Cebimizdeki o görünmeyen el hangi milletin tebaasından?
Ya da "cepte" olmayınca kimin kapısına gidiyoruz biraz daha borçlanabilmek, kredilendirilebilmek için içeride dışarıda?
Hadi bir ufuk turu atın beyninizde de, bakalım kimler gelecek gözünüzün önüne.
*
Türkiye, ne yazık ki bu gün, o kuruluş yıllarının bin bir zorluğuna rağmen Lozan’da sırtından attığı yabancı kumpanyaları yeniden tırmandırmış, fedakarlıkla biriktirip edindiği kamu iktisadi teşebbüslerini, bankalarını elden çıkartmış; bununla da kalmamış onlara iç piyasasını adeta “teslim” etmiştir.
Örnek mi?
-Bakın bakalım, bu tütün memleketinde bir paket yerli sigara görebiliyor musunuz vitrinlerde?
-Sabah akşam ellerden düşmeyen telefonlar o "kontürleri" her dakika kimin kazanç hanesine yazıyor?
Gelin, son ve genel durumu “Teşvik Uygulama ve Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü” nün “Eylül 2016 tarihli Uluslararası Doğrudan Yatırımlar 2015 Yılı Raporu”ndan öğrenmeye çalışalım:
-Türkiye’de doğrudan yabancı sermaye yatırımı toplamı 145,5 milyar dolardır.
-Türkiye’de yabancıların kurduğu şirket sayısı 47.503’dür.
-Türkiye, bugüne kadar tam 98 ülkeyle Yatırımların Karşılıklı Korunması ve Teşviki anlaşması imzalamıştır.
Bu anlaşmalarda, yatırımcılara “milli muamele” ve “en çok kayırılan ulus muamelesi” uygulanması, kar transferlerinin güvence altına alınması ve ev sahibi devletçe yapılması muhtemel kamulaştırma işlemlerinin şartlarının belirlenmesinin yanı sıra, yatırımcı ile ev sahibi devlet arasında ortaya çıkacak uyuşmazlıklar durumunda çözüm için “uluslararası tahkime başvurulması” gibi “olmazsa olmaz” hükümler bulunmaktadır.
Ve bütün bu yabancı yatırımcıların, yap-işletcilerin, Türkiye’nin iç pazarını tutmuş olanların bizim ekonomimize dönük tek ve ortak bir dili vardır:
“Dolar”la ya da genel adıyla söylersek “dövizce" konuşurlar.
Şimdi bütün iyi niyetimizle “Susturalım şunu, yoksa başımıza iş açacak” desek, acaba ne kadar susturabiliriz, alalım paçasını aşağı desek ne kadar alabiliriz?