Sular yavaş yavaş ısınırken kurbağa rahatlığında olmak

~ 03.03.2016, Bülent SOYLAN ~

Şimdi de yine ekonomi, yine istihdam sorunlarından söz edeceğiz ama; ortalık gergin olunca konuya bu sefer ılık bir giriş yapmakta yarar var.
Masalı bilirsiniz:
Bilinmeyen bir ülkenin, adı bilinmeyen yakışıklı prensi, bilinmeyen bir zamanda her nedense bir cadının hışmına uğrayıp kurbağaya dönüştürülmüşmüş.

Zavallı prens kaderine razı, göl kenarında kurbağa kurbağa yaşarken –şans bu ya- yine o bilinmeyen ülkenin bir zamanlardaki güzel prensesi, oynarken göle kaçırdığı topunu sudan bizim kurbağanın yardımıyla alınca, onun bu iyiliğine bir karşılık vermek istemiş ve hafifçe öpmüş. 

Ama o da ne, işte o anda cadının büyüsü bozulmuş, kurbağa tekrar eski haline, yani yakışıklı prense dönüşüvermiş.
Masalın sonu tabii ki mutlu son: 
Evlenmişler falan filan…

Ama kurbağalar için söylenenler hep bu masaldaki gibi değil tabii…
Herkesin dilinde bir de “yavaş yavaş suyu ısıtılan kurbağa” deneyi var.
Diyorlar ki; kurbağayı tutup içinde sıcak su olan bir kazana atarsanız, bir sıçrayışta kendini dışarı atar kurtulur. 
Ama soğuk su dolu kazana koyar da o kazanı altından yavaş yavaş ısıtırsanız kendisini ölüme götüren durumu fark edip asla kaçamaz, sıcakta apışır kalır, sonunda da haşlanır.

O bir zamanların prensi kim? Prensin düşmanı cadı kim? Kurbağayı öpme alçak gönüllülüğü gösteren prenses kim? Yeniden eski günlerine dönebilen prens kim? Bu büyü ne büyüsü? Kurbağayı kaynar kazana atmak ne demek? Kazanın ısınmasıyla kurbağanın haşlanması ne demek?...
Haydi bütün bunlar günlük yaşamımızda karşılaşılacak şeyler değil deyip geçelim de; peki insanlar bu günlük yaşamımızda pek de anlamlı görünmeyen şeyleri neden anlatırlar birbirlerine yıllar boyu?
Acaba açıkça söylemek isteyip de söyleyemedikleri; hissedip de tam çözemedikleri bir şeyler mi var?
Enteresan…
En iyisi biz şimdi günümüze dönüp daha somut şeylerden söz edelim.
*
Haberin başlığı “Metal Fırtına…”
Otomotiv sektörünün başkenti Bursa’da bir ünlü otomotiv firmasının binlerce işçisi ayağa kalkmış. 10 ay öncesine dayanan direnişler yeniden hız kazanmış. 
İşçiler, şu meşhur 1300 liralık asgari ücret farklarının maaşlarına yansıtılmaması da dâhil, sendika seçimi, işten atılanların geri alınması gibi pek çok konuda taleplerde bulunuyor, "açlıktan ölmeyiz, biz bu yoldan dönmeyiz" diyorlarmış.

Sadece orada mı?
Gaziantep’te, Gebze’de, Hadımköy’de, Esenyurt’ta, İstanbul’da, İzmir’de, Urfa’da, Söke’de… 
Daha kim bilir nerelerde aslında temelinde “ücret” ve “istihdam” olan çok çeşitli nedenlerden dolayı “ülke genelinde” büyük bir huzursuzluk yaşanıyor. 
Üstelik derde devadır, “ilaç”tır diye alınan-verilenlerin “yan etkileri”, sözde refomlar, işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.

Neden acaba?
Bunların nedeni, falan sendikanın beceriksizliği, filan işverenin aç gözlülüğü, şu fabrikadaki ücret dengesizliği, o işyerindeki genel müdürün katı tavrı, işyerindeki yemeklerin sade suya tirit olması, işçi servislerinin geç gelmesi, maaşların geç ödenmesi falan mı?

Bunun cevabı: “Hiç biri değil”, ya da “hepsi birden”
Çünkü bu nedenlerden hiç biri kendi başına işleri bu kadar sarpa sardıramaz, ama hepsini birden tek bir nedenle açıklamak da mümkün.

Haydi bütün bunların “temel” nedenini bizim kurbağa hikayesinden de esinlenerek dile getirmeye çalışalım:

Bir ülkede “Ekonomi kazanı ısınırken önce istihdam haşlanır”.
Ne demek istedik?
Düşünelim bakalım; “Üreten, satan ve kazanan” bir ekonomi ile bu işlerde tam ters köşe olmuş, “Üretemeyen, satamayan ve kazanamayan” bir ekonominin çalışanlarının durumu hiç aynı olur mu?
Olmayacağı çok açık tabii… 
Bir ekonomi gerilerken sıkıntının büyüğünü işçiler ve işsizler çeker, en çok onlar hisseder.

Peki nasıl gelişir olay?
-Kurbağa’nın kaynar suya atılınca aniden kazandan dışarı fırlayıp kurtulması gibi bir tepki göstererek mi? 
-Yoksa o kurbağanın alttan alta ısıtıldığından dolayı yıllar içinde haşlandığını fark edememesi, kendini kurtaracak bir şey yapamaması gibi mi?

Türkiye (kazanı) ne yazık ki küresel sermayenin dip dalgalarının dövmesiyle -görünüşte siyaseten ama aslında ekonomik olarak- uzunca bir süredir alttan alta ısıtılmaktadır.

Başlangıcını taa 1945-46’lara, Truman Doktrini ve Marshall Planı’na kadar indirebileceğimiz bir derin “siyaset” daha o yıllarda Türkiye’nin sanayileşmesini engellemeye, onu tâbi kılmaya, kendi çıkarına uygun partileri de iktidara taşımaya başlıyor. 
Planlı kalkınmadan, sanayileşmeden, demiryollarından vazgeçiliyor; karayoluculuk öncelik kazanıyor, madenlerin işlenmeden ihracı sağlanıyor, yabancı sermayenin önü açılıyor ve o günden bu güne doğru “özelleştirme” adı altında bütün kamu girişimleri tasfiye ediliyor.

Bu yeni politikalar sonunda Türkiye ekonomisi, Cumhuriyetin o ilk yıllarındaki herkese parmak ısırtan dinamizmini kaybederken, ülkede şimdiki ekonomi politikalarının aracısı, kolaylaştırıcısı ve korumacısı olmaktan öte gitmeyecek siyasi kadroların önü açılıyor. 
Bu gelişmeleri burada adım adım ve ayrıntısıyla vermek yazımızın boyutunu aşacağı için, ilgilenenlere bazı dokümanlara göz atmalarını önermekten başka çare yok.
*
Böyle bir yapının; yani bir taraftan sanayileşmesi geri bırakılmış, diğer taraftan nüfusu hızla artan bir ekonominin, hele bir de içeride plansız ve israfçı, dış politikada geçimsiz olması halinde, istihdamın arttırılabilmesi ne mümkün? 
Bu artmayan –aksine azalan- istihdamla ekonomide işçi ve “çalışma hayatı çekişmelerinin” giderek yükselmesinden başka ne beklenebilir ki?
*
Hani bizde “Dünya kazan, biz kepçe” diye bir söz vardır ya; onu aslında tersinden söylemek lazım: 
“Türkiye kazan, Dünya kepçe”
“Türkiye kazanı” bir taraftan Dünyanın büyük güçleri tarafından İkinci Dünya Savaşından bu yana sürekli alttan ısıtılır, kepçeleri ile ortalık karıştırılırken, maalesef bu “gidişat” toplumun en uyanık, en örgütlü olması gereken kesimlerinin bile olayı fark etmesine, örgütlenip “sıçramasına” imkan vermiyor.

Şimdilik görünen o ki, yaklaşık 65 yıldır sürekli alttan ısıtılan Türkiye kazanı, bizler ciddi bir “U” dönüşü yapmadıkça bize bir yerlerden biçilen role, çizilen tabloya mahkum olacağız.
Bu gerçeği fark edemedikçe de, ne o kaynayan kazandan sıçrayabileceğiz, ne masaldaki prenses bizi öpüp o kötü büyüyü bozabilecek.
Kaynayan ekonomi kazanında da “el-mahkum” en çok “istihdam” haşlanacak.

 

 

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 1409