Av. Gürler Gaydan
2006 yılı Ağustos ayıydı. Güneş o ilk yaz sempatikliğini kaybetmiş, gaddar bir düşman gibi Adana’yı yakıp kavuruyor; yüksek nem gece gündüz insanların beyin fonksiyonlarını bozmak için çalışıyordu. Adana’nın yazını bilenler ufak çaplı bir cehennem provası yaşamıştır muhakkak. O yüzden kızmayın bu günahtan arınmış insanlara. Adliyesinde kavga da olur, kızıp güneşe silah sıkan da olur. Aldırmayın. Hatta kanal kenarında oturup buz gibi suya nazır öğlen sıcağında boğma rakı içerken hava sıcaklığının 45 derece, rakının 40 derece, kendi vücut sıcaklığının da 37 derece olmasından mütevellit toplamda yüz küsur derece sıcaklığa maruz kalıp beyni haşlanan ve bu nedenle “Yahu bu kanal benim evin oradan da geçiriyor. Dur şu suya atlayıp eve kestirmeden gideyim, hem serinlemiş olurum” diye düşünen nice güzel ağabeylerimiz yitip gitmiştir serin sularda. Ruhları şad olsun.
O yıl büroyu yeni açmıştım. Her genç, çiçeği burnunda avukat gibi getirisi hemen hemen hiç olmayan 3-5 tane akraba işi ile ilgileniyor ve kalan zamanda ev kirası, ofis kirası, mobilya taksidi, SGK primi, kredi kartı ekstresi nasıl ödenecek diye kara kara düşünüyordum. Ofisim iki bölüm toplam 30 metrekare ve neredeyse tamamı avukatlardan oluşan bir iş hanındaydı. Asansör hiç durmadan çalışıyor, iş hanının gelen gideni hiç bitmiyordu. Benimse kapımı aidat istemeye gelen kapıcıdan başka kimse çalmıyordu. O gün de bomboş masamda, üzerine sabitlenmiş üç tane dosya, kalemlik bilgisayar ve günlerdir korkulu rüyam olan kredi kartı ekstresi duruyordu. Şükür ufak tefek danışmanlık ve hızır gibi yetişen CMK ücreti ile ödemeleri yapmıştım ama o ay kredi kartını ödeyememiştim. Bir haftalık gecikmede idi ve üzerinde kara bir leke gibi 2.300 TL yazıyordu. Tüm bankalara, kapitalist sisteme, küresel güçlere sövmekten başka bir çıkar bulamazken bir mucize oldu ve kapı çaldı. Hayırdır inşallah diyerek açtığımda karşımda kadınlı erkekli 10-12 kişi kadar bir grup insan duruyordu. Ben şaşkın şaşkın bakarken “Avkat arıyoz!!” diye gürledi öndeki. Buyur ettim. Masamın önünde dört tane koltuk vardı. Dört kişi oturdu. Diğerleri ayakta kalınca, “Bekleyin sandalye getireyim” dedim. Aşağıdaki kahvehaneden sandalye istemeyi düşünmüştüm. “Gerek yok” deyip, bağdaş kurarak yere oturdular. Severim pratik insanları. Sorun çözülmüştü. Geçtim yerime dinlemeye başladım.
Önümde oturan en yaşlıları, şu an tam çıkartamıyorum ama, Arapça ya da Kürtçe olarak anlatmaya başladı. Yanında ayakta duran genç yeğeni ise bana çeviri yapıyordu. Ceyhan’ın iki komşu köyüne yerleşik iki eski ailelermiş. Çocuklarını evlendirmeye karar vermişler. Bu gelenler kız tarafı. Sözü, nişanı yapmışlar, resmi nikâh da kıyılmış. Akşam düğün yapılırken iki aile kavgaya tutuşmuş. Herkes birbirine girmiş. En çok da damadın annesinin, bunların annesinin kafasına terlik isabet ettirmesine bozulmuşlar ve bu anne nişancılığı önünde saygı duyacaklarına, herhalde kendi annelerinin kabiliyetsizliğine bozulup düğünü son vererek evliliği sonlandırma kararı almışlar. Anlamadığım nokta ise, neden bana geldikleri idi. Adliye civarında herkesle, birçok avukatla da görüşmüşler ve hep aynı cevabı almışlar: Olmaz sizin iş. En son spontane olarak benim kapımı çalmışlar ama ben neden olmaz bu iş dediklerini pek anlamadım. Dedim, “Olur.” Ardından “Açarız davayı. Tamam, müşterek yaşam kurulamamış ama tarafların birbirlerini istemedikleri iradesini iyi yansıtırsak, şahitle de desteklersek belki de olur. Denemekte fayda var” gibi bir şeyler geveleyecektim ama “olur” dememe cezbolup, direkt “Borcumuz ne olur?” diye sordular. Aman allahım, o yaşıma kadar ilk kez duyduğum, hayatımın en güzel sorusu. O an misal Angelina Jolie gelip, “Hayatım ne yakışıklısın” dese; “Dur be kadın” derim. O derece etkisinde kaldım yani. O yıllarda boşanma davasının ortalama 500 ila 1.000 TL ücret karşılığı olması lazım. Ben de meslek onurundan ödün vermemek üzere, “Bakın davanıza bakarım, ama kesin olacak diye bir garanti veremem ücret olarak daa” derken gözüm sabahtan beri masamda duran musibet kredi kartı ekstresinin üzerindeki melun 2.300 TL yazısına takıldı. Ve ulvi bir güç ağzımdan çıkan sözü değiştirdi, “2.300 TL alırım” dedim. Sesim sanırım silahtan atılan mermi sertliğinde çıkmış olacak ki, bir süre ben bile kendime gelemedim. Kendime geldiğim ilk an, “Yahu ben ne yaptım, gitti gül gibi dava” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Genç, sözümü yaşlı babasına tercüme etti. Adam yavaş bir boyun hareketi ile kafasını çevirdi, dönüp gözümün içine dimdik baktı ve ben “Aha da bitti, maceramız buraya kadarmış. Kallavi bir sitem geliyor” diye beklerken, adam elini şalvarının cebine attı. 2.500 TL para sayıp masamın üzerine bıraktı. “Beceremezsen canın sağolsun ama bu işi temizlersen sana 1.000 TL daha vereceğim” dedi. Ben bu lafın çevirisini aldığım an müsaade isteyip, hızlıca 4 metrekarelik tuvaletime gittim ve ışığı dahi yakmadan kapıyı kapatıp, içeride haka dansı yapmaya başladım. Sessiz sessiz sevinç çığlıkları attım. Hopladım zıpladım ve tüm asabiyetimi takınıp tekrar karşılarına geldim. “Tamam” dedim, “siz şimdi gidin, ben dava dilekçemi hazırlayayım. Yarın haberleşiriz.” Vekâlet bilgilerini verip vekâleti nasıl çıkaracaklarını tarif ettim ve yolcu etmek üzere ayağa kalktım. Rüyadaydım resmen ve her güzel rüyanın alarmla biten bir sonu vardı.
Tam kapıdan çıkarlarken adeta alarm çaldı. Adam dönüp bir şeyler söyledi ve genç çevirmenimiz o acı cümleleri kurdu: “Şayet talebimiz kabul olursa, boşanmayı bu ofiste mi yapalım, bizim eve mi gelirsiniz?” Sizin gibi ben de anlamamıştım hayallerimi yerle yeksan eden bu cümleyi. Dedim, “Hayırdır ne oluyor? Boşanma adliyede mahkeme salonunda olur, ne ofisi ne evi?” Adam son vuruşu yaparak, “Resmi nikâh umurumuzda değil! Devlete ‘evlendir’ dedik evlendirdi, ‘boşa’ deriz boşar. Sen imam nikâhını boşayacaksın, karşı taraf bu konuda sıkıntı çıkarıyor. Biz parayı sana bunun için verdik” diye buyurdu. O güzel rüyanın ardından bu son vuruş çok ağır olmuştu gerçekten. Beynimin moleküllerine kadar parçalandığını hatırlıyorum. Sıcaktan zaten yeterince agresifken bir de bu durumu kaldırma ihtimali yoktu. Oturma ihtiyacı hissettim. “Gelin, ben anlamadım” diyerek tekrar içeri aldım ve nihayet herkesin neden “olmaz bu iş” dediğini anladım. Meğer düğün gecesi kavgadan sonra bunlar bu işin bittiğini, boşanmak istediklerini karşı tarafa bildirmişler ama karşı taraf da bunlara “Siz bizi devlet katında boşayabilirsiniz ama biz sizi Allah katında boşamıyoruz. Bizim oğlanın dört kadın hakkı var. Biri gitti, isterse üç tane daha alır ama sizin kızınız biz onu boşamadan bir daha evlenemez, nikâh düşmez. Hiçbir zaman da boşamayacağız. Dediğimiz dedik” demişler. Ben son bir çabayla, “Yahu olur mu öyle şey, akıl var mantık var” desem de kâr etmedi. Bu işlerde akıl olmaz, nakil olurmuş. Emir böyleymiş, töre böyleymiş. Benim aklım ermezmiş vs. “Tamam” dedim, “ben karşı tarafla bir görüşeyim.” Aradım damat beyi. Telefona çıktı ve “Benim bu işlere aklım ermez, ağabeyim tam yetkilidir” deyip, dayadı telefonu ağabeyine. Ağabey cevval, burnundan kıl aldırmıyor. Bizimkilerin dediklerini aynen teyit etti, “Mundar ettik biz o kızı, bir daha ilelebet evlenemeyecek. Boşamayacağız” dedi.
Çaresiz bir şekilde masamın başında kalakaldım. Biraz düşündüm, sakinleştim ve her mantıklı insanın yapması gerektiği gibi parayı iade edip, “Bu iş olmaz” demeye karar verdim. Masada duran parayı elime aldım. Sert, gururlu ve mağrur bir ifade ile uzatayım diye düşünürken kredi kartı ekstresi ile bir kez daha göz göze geldim. Pis pis sırıtıyordu alçak. Durumumdan keyif almıştı anlaşılan. Nasıl oldu, neden oldu bilmiyorum ama parayı sayıp cebime koydum ve “Olur bu iş” dedim, “hadi gidin artık.” Kalkıp, hayır duaları ile sarılıp gittiler.
Neyse o ayki baş düşmanım olan kredi kartını sonunda ofisten defetmiştim. Mobilya taksidi bitene kadar bir daha kart kullanmayacağım yeminleriyle kartı da yok ettim. Henüz mesleğin ilk yılında olan bir avukat olarak tüm ödemeleri yapmış olabilmenin haklı gururunu yaşayacağım ama nerede? Bir dert gitmişti ama şimdi karşımda koca bir aşiret vardı. Üç gün uyku uyuyamadım. Ofise gelirken takip ediliyor muyum diye arkaya bakmalara başladım. Acaba yurtdışına mı kaçsam diye planlar yapmaya başlamışken, “Yeter artık” dedim. Acı gerçekle nasıl olsa yüzleşeceksin, uzatmanın âlemi yok. Bari açayım bir boşanma davası, görevimi yapmış olayım. Ne olacaksa olsun diye düşündüm. 25.000 TL maddi, 25.000 TL manevi tazminat, aylık 1.000 TL nafaka talepli bir dava dilekçesi hazırlayıp, doğru adliyeye gittim. 1 hafta 10 gün kadar sonra telefonum çaldı. Önce anlamadım kim olduğunu, küfür kıyamet tehditle bir adam heyecanlı heyecanlı konuşuyordu benimle. Sonra fark ettim ki bizim davalı damadın ağabeyiydi arayan. Sakinleştirip, “Anlat bakalım” dedim, “ne istiyorsun?” Adam, “Biz düğün günü hakarete uğradık, kavga oldu, kızı aldı gittiler. Bir de üzerine bu paraları mı vereceğiz” diye çemkiriyor. Aha dedim, oltaya geldi. Aman makarayı bırakma kaçmasın. “Bak” dedim, “o evrak mahkemeden gelmiş, şeriatın kestiği parmak acımaz. Şeriatı ağzından düşürmeyen sensin. Şimdi sonuçlarına katlan!” Adam yine sinirle, “Biz bu parayı vermeyiz, kan çıkar, kan davası olur” vs. şeklinde konuşuyor. Hayatım resmen düşük bütçeli bir töre dizisi kıvamında ilerliyordu. Adama “Benimle ileri geri konuşma, telefonu kapat, sakinleş, düşün taşın, beni öyle diye ara” diyerek telefonu kapattım. İki saat kadar sonra tekrar aradı. Bu sefer tembihlediğim gibi sakin konuşarak “Avukat bey, sen iyi birisine benziyorsun. Gel şunları ikna et. Biz bunca parayı ödeyemeyiz, birazından vazgeçsinler” dedi. “Tamam” dedim, “ikna ederim. Hatta istersen tamamından da vazgeçirebilirim. Hiç para ödemezsin.” Adam şaşırdı haliyle. “Essah yapar mısın?” diye sordu. “Yaparım ama gel şu imam nikâhı inadından vazgeç, yazık etmeyin kıza. Şartımız budur. Düşün taşın ara” şeklinde cevapladım. Bir saat kadar sonra tekrar telefon geldi ve beklenen sonuç: “Tamam, imam nikâhını boşayacağız ama sen bize öyle sağlam bir yazı vereceksin ki, bir daha bizden kuruş talep edemeyecekler.” “Anlaştık” dedim, kapattık.
Okkalı bir kahve yaptım ve telefonu alıp, benim müvekkilin yeğenini aradım. Hayatımın en keyifli sorularından birini yönelttim: “Sor bakalım amcana, boşanmayı bizim ofiste mi yapalım, yoksa sizin evde mi?” Bizim ofis uygun görüldü, taraflar bir araya geldi. Biz büyüklerle çay içerken, ofisin yan bölümünden “boşol boşol boşol” sesleri geliyordu. Müvekkilimin yüzüne hoş bir tebessüm geldi. Bense kendimi aşiretler arası kan davasını bitirmiş bir devlet büyüğü, komşu kabile ile savaşı sonlandırıp barış çubuğu içen ulu manitu gibi hissediyordum. Kalan ücreti takdim edip, toparlanıp gittiler. Aradan yıllar geçti, irtibat koptu ama hala merak ederim acaba halen resmi olarak evliler mi, yoksa boşandılar mı? Çünkü ben o açtığım davaya hiç girmedim. Sadece imam nikâhı için anlaşmıştık. Görevimizi yaptık. İmam nikâhı bizim işimiz.
Av. Gürler Gaydan
http://haber.sol.org.tr/blog/diren-terazi/av-gurler-gaydan/bir-garip-bosanma-146783