LASTİK NE ZAMAN PATLAR BİLİNMEZ AMA BU ARABA BİR YERE KADAR

~ 07.02.2016, Bülent SOYLAN ~

Türkiye 2015 yılında 143,9 milyar dolarlık mal satıp buna karşılık dışarıdan 207,2 milyar dolarlık mal almış. 
Özet olarak; onca Suriyeli, Ortadoğulu muhacire bile üç beş yılda üç beş milyar dolar yedirdiğinde cihana “vah vah” dedirtirken, biz sadece şu bir yıl içinde bile (207,2-143,9=) 63,3 milyar dolar yedik mi “keseden”  yemedik mi?
Yedik tabii, hesap ortada.
Demek ki ekonomi her yıl ortalama bu ölçülerde verdiği açıklarla fevkalade biçimde bir batağa gidiyor.

Şimdi 2016 Ocak ayı ithalatı 13,4 milyar iken ihracatı yine düşük çıktı:
Dışarıya bütün satışımız 9,6 milyar dolar… 
Dış ticarette “giden para” 13,4 iken “gelen para” 9,6 milyar dolar

Bozdur bozdur harca.
Yani “ekonomik durum” aynen “Geriye dön, ileri marş”.
Memlekette havalar böyle sürüp giderken her işimizdeki baş aşağı gidiş durur, piyasalar düzelir mi?  
Maalesef... 
Lastik ne zaman patlar bilmiyorum ama bu araba bir yere kadar gider; Sonra ne olur hiç belli değil. 

“-Şöförü değiştiririz olur biter” diyorlar ya…
Bitmez kardeşim, bitmez.
Şöförü değiştireceksin nasıl olsa bir gün tabii de, arabanın hali o gün şimdikinden daha da “haşat” olacak.
Sen Cumhuriyetten bu yana olan onca yıllık birikimini beş-on yılda peynir ekmek gibi yiyip bitirmişsen,    içeride-dışarıda onca yılda kurulmuş dengeleri bozup tersine çevirmişsen; şimdi kusura bakma ama, bu işi tekrar şirazesine oturtacak bir umut görünmüyor henüz ufku siyasette.  

İşin kötüsü, her seçimde biraz daha açıkça görüyoruz ki;  gidişatın bir an gelip nasıl da toslayacağının farkında bile değil milletin “çoğu”.  
“Azı” ise, büyük ölçüde “onlar gitsin bizimkiler gelsin gerisi kolay havalarında.
Hani bir zamanlar “poz binbeşyüz” diye bir deyiş vardı, bilir misiniz?  
“-Hele bir bizimkiler gelsin, ver ertesi gün 1500 lirayı” “bak işçinin, emeklinin, yoksulun yüzü nasıl gülüyor, nasıl düze çıkıyorlar.”
“Ver bankalara kredi kartından batırdıkları parayı, kapat vatandaşın borcunu; kurtar onları da…”

Hadi canım sende; eğer bütün bunların bu milletin, bu memleketin ekonomisi demek olan “makro ekonomi” ile bir parça ilgisi varsa ben hiç bir şey bilmiyorum.

Orhan Veli’nin, “Anlatamıyorum” şiirinde anlatmaya çalıştığı “dert” gibi aynen durum: 
“………  
Bir yer var, biliyorum;   
Her şeyi söylemek mümkün;   
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;   
Anlatamıyorum.”   

Hani Mevlana’nın bir sözü vardır: “Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır” diye.  
Ekonomide de böyle bu iş:  
Sen istediğin kadar “üreteceğim” desen de, üretebileceğin miktar ancak “satabildiğin” yani karşındakinin “satın aldığı” kadardır.  
Dört bir yandakiyle kavgalısın, malını almıyorlar.  
Dünya krize girmiş.
En büyük pazarlarında paralar suyunu çekmiş.
Enerji, hammmadde, üretim üzerindeki vergi yükün yüksek, malın pahalı.
O sudan ucuza mâleden, ürettiği malı dünyayı sarmış Çin bile “ben şimdi bu malları kime satacağım” derdine düşmüşse sen şimdi ne üretip kime ne satacaksın?  

Gazozuma ilaç koymuşlar” diyen genç kız saflığıyla “Orta gelir tuzağına düşürdüler, yükte hafif pahada ağır bir şey üretemiyorum” diyen sen değil misin?  
Hadi bırak sanayi üretimini, memleketin havasını, güneşini, deniz manzarasını sat hiç olmazsa; en azından onu satabiliyor musun?
Satamazsın, bu kaosta elin adamı hem para verip hem toz dumanın içine dalmaya, postu deldirmeye mi geleceklerdi sana?  
Tarım yok, köylüyü mahalleli yaptın yapalı hepsi koptu toprağından. “şeherli” oldu. 
Hayvancılığın yok. Bak ekonomiye “bakan” bakan “madem et pahalı o zaman dışarıdan et ithal ederiz” diyor hala elde kalan üç beş besiciyi de bu işten caydırmak için.  
Otur yap hesabını; milletin üçte biri ya bir biçimde parmak yalamakta, ya ben de nasıl yalarım havasında iktidar partisinin etrafında dolaşmakta.  
Hal böyleyken sen de kalkmış “biz gelince herkese onlardan daha fazlasını dağıtacağız” yarışına giriyorsun.
Bırak bunları; dağıtma yarışına girip de dağılma.
Bu şartlarda, bu arabanın lastiği, önünde sonunda patlayacak; durum çok açık.  
*
“-Millete anlatacağız”
İyi de, o beklenen felaket, o “kusursuz fırtına” maalesef sen millete anlatana kadar gelip vuracak ortalığı. Hani “Bir musibet bin nasihatten evladır/iyidir”  derler ya… aynen o hesap.
İşte o gün ”musibet” gelip çatacağı için zaten hiç kimseye “gidişatın ne kadar kötü olduğunu” anlatmaya, nasihate falan gerek kalmayacak; zaten “olay” yaşanacak. Aynı anda da, bütün ciddiyeti ve aciliyeti ile “Bu çukurdan nasıl kurtulunacağı” meselesi gündeme gelecek.
İşte eğer o gün gerçekten “kurtarıcı” olunacaksa, bunun reçetesinin bu günden hazır edilmesi, model üzerinde antremanlar yapılması gerekiyor.

“O saatte” bu gün söylenenler gibi bir aspirin tedavisi bir işe yarayabilir mi?
Yaramaz.
Nereden baksan, şimdi söylenenden “daha acı” ilaçlar, daha “ciddi operasyonlar” gerekir ekonomiye.
Pek hayrına iş yapmaz ya, ama haydi niyetlendi diyelim; “O saatte” IMF’in nefesi bile yetmez seksen milyon nüfusuyla çökmüş bir ekonominin enkazını ortadan kaldırmaya.
Yine de “Maazallah” diyelim.

Şöyle onda birin kadar olan Yunanistanı gözünün önüne getirip bir düşünsene:
-Kredileri döndüremiyorsun, hem para veren yok hem faizini  ödemek mesele,
-İthalatın durmuş, enerji, hammadde alamayınca olan üretim de tıkanmış,
-İthalat olmayınca piyasada mal kıt, fiyatlar yükseliyor.
-Enflasyon “bir zamanlar”ı aratmıyor,
-Üretim durunca işçi önce kapının önünde, sonra caddelerden meydanlara akıyor,
-Ben daha fazla veririm dediğin milyonlarca kişi avuç açmış bekliyor, nafakaları kesilmiş, kızgın.
-Yabancı sermaye “burada işler kesatlaştı” deyip çekilmiş, çıkmak için zorluyor.
-Bütçe yetersiz; ek vergiye, zamma başvuracaksın ama tepkisi büyük.
-Bu işte daha ilk günlerde bir umut yarattın yarattın… yaratamadın kulakların sürekli çınlayacaktır

Yani lastik patlak, araba haşat, motor yağ yakıyor, muhtemelen bir yerlere toslanmış, yollar şimdikinden daha da kaygan iken geçilecek direksiyona…
Ve “hadi bakalım, sen ondan daha hızlı sürecektin ya bu arabayı” diyecekler…

Var mı etrafta bu işin ciddiyetini kavrayıp şimdiden uykusu kaçanlar, yarın yapılması şar olanları  önceden görüp düşünenler, daha bu günden o gün için diyecek sözü olup, gözünü karartmış olanlar?
Yoksa iş zor…
O gün birilerini çağırıp “Şuna bir el atalım” demekle de olacak gibi değil iş.

 

Öncelikle eğer sosyal medyada, -çoğu açık kimlikle yazılan- hesaplardaki gibi ölü beden fotoğraflarını gururla paylaşıp, çocukları ve yaşlıları da ortadan kaldırılması gereken potansiyel teröristler, yaralıları can çekişerek ölmesi gereken düşmanlar, oradaki güvenlik görevlilerini de “dişine kan değmiş” savaşçılar olarak görüyorsanız söyleyecek bir şey yok. Ancak işin doğrusu insan hakları, hukuk devleti, Kürt sorununun tarihçesi gibi konularda en temel kavram ve tartışmalardan başlamamız gerekir. Asgari de olsa bu kavramlar üzerinde anlaşıyorsak, Cizre ve Sur gibi çatışma ortamlarına da bu çerçeveden bakmak gerek. Zihin açıcı olması açısından örneğini çokça gördüğümüz iki haberi paylaşacağım.

İlki 24 Kasım 2015 tarihinde haber sitelerinde yayınlandı:

Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) Başkanlığı’na mektup göndererek, Suriye’de sivillere yönelik saldırıların engellenmesi için gerekli önlemlerin alınmasını talep etti… BMGK Başkanlığı’na gönderilen mektupta, Suriye’nin kuzey batısında Türkmen köylerine hava ve kara operasyonlarıyla saldırılmasından endişe duyulduğu kaydedildi.

…”Sivillere yönelik bu elim saldırılar, ‘terörizmle savaşıyoruz’ bahanesiyle meşru gösterilemez, çünkü bölgede DAEŞ, El Nusra cephesi ve El Kaide bağlantılı gruplar bulunmuyor” ifadelerine yer verildi.

12 Şubat 2015 tarihinde Die Zeit Gazetesi Dışişleri Bakanı ile röportaj yaptı. Soru: “Türk hastanelerinde bulunan DEAŞ savaşçılarının fotoğrafları mevcuttur. Avrupa’dan gelen, DEAŞ’a katılmak üzere Suriye’ye seyahat eden ve Türkiye üzerinden giriş-çıkış yapan cihatçılar bulunmaktadır. Bu nasıl oluyor?

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun soruya verdiği cevap: “Özgür Suriye Ordusu’nun yaralanan savaşçıları vardı. Bunlardan Türkiye’ye gelenlere tabii ki tedavi imkânları sunduk. Bunlar DEAŞ üyesi değiller. Esad rejimine ve rejimin işlediği suçlara karşı olduğumuzu biliyorsunuz. Ancak rejimin yaralanan askerlerini de hastanelerimizde tedavi ettik. Ancak Türkiye’nin terör örgütü DEAŞ’ın üyelerini kabul ve tedavi ettiğine ilişkin iddialar propagandadır…”

Bu açıklamalar gösteriyor ki söylem düzeyinde olsa da, AKP hükümetine göre “çatışma ortamında” sivillerin zarar görmemesi gerekir ve “yaralıların tedavisi” gereklidir. Bu gerekirlilik yalnızca Cenevre Şözleşmeleri ve insancıl hukukun kurallarıçerçevesinde ortaya çıkmış bir gerekirlilik değildir. Öyle olsaydı devletlerin savaştıkları düşmanlara kendi yurttaşlarından daha fazla koruma sağlamaları sonucunu doğururdu. Hukuk devleti ve insan haklarına dayanan bir devletin kendi yurttaşının yaşam ve sair haklarını ‘terörizmle savaşıyoruz’ bahanesiyle ortadan kaldırması meşru görülürse mücadele ettiği/ettiğini iddia ettiği güçle arasındaki fark bulanıklaşır.

Cenevre Sözleşmeleri denilince “demokrat ve barışçıl çözümden yana olanlarda” bile genellikle “savaş hukuku” ve uluslararası müdahale gibi çağrışımlar nedeniyle aşırı tepki veriliyor. Oysa insancıl hukuk, uluslararası olmayan çatışmalarda da sivillerin ve mağdurların korunmasına ilişkin kurallar getirmektedir. Aslında bu koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği tartışmasına girmeye bile gerek yok. Anayasa devlete yurttaşın yaşam hakkı çerçevesinde negatif ve pozitif yükümlülükler getirmektedir. Yani yurttaşını doğrudan öldüremeyeceği gibi yaşamlarına yönelik saldırılar ve risklerden de koruyacaktır. Şimdi bu çerçevede Cizre’deki “yaralı krizine” ve sivil ölümlerine bakalım.

Hükümet diyor ki bu örgütün propagandası, “belki de yaralı değiller! …, Yaralını al, ambulansların olduğu bölgeye getir…, Ambulanslar o bölgeye yaklaştı ama gelen kimse olmadı!”.

Bu yaklaşımın, devletin yaşam hakkına dair pozitif yükümlülüğüyle bağdaşmadığı açık. Öte yandan yaralıların alınmasını talep ederken çatışmaya devam etmenin de açık bir çelişki olduğu ortada.

 

 

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 1327