Haliyle muhatabımız daha çok Avrupa Parlamentosu (AB) Yeşiller grubu. ‘Türkiye’de çevre adaleti’ (27-28 Ocak), tartışma alanını genişletti: Anayasa, siyasal rejim değişiklik isteği ve bölgemizde tanık olduğumuz acımaz savaşın yıkıcı etkileri. Bu yazıyı da, bu ortamda yazıyorum.
AB’nin ‘2015 yılı Türkiye raporu’ öne çıkıyor. Raporun özellikle uzmanlık alanımla ilgili başlıklarında bazı cümlelerin altını çizdim. İşte birkaçı:
Türk yargı sisteminde kuvvetler ayrılığı ilkesinin gözetilmesinin ciddi biçimde sekteye uğradığı gözlemlenmiştir. Hâkimler ve savcılar, güçlü bir siyasi baskı altındadır... Yolsuzluk, birçok alanda yaygın olmayı sürdürmüş olup, ciddi bir endişe konusu olmaya devam etmektedir.
Hâkim ve savcı adaylarının seçiminde, Adalet Bakanlığı’nın mülakat kurulu üzerindeki etkisinin azaltılması gerekmektedir.
Yürütmenin üst düzey yolsuzluk soruşturmalarına müdahalede bulunduğu algısı, yolsuzluk algısını önemli ölçüde artırmıştır. Yolsuzlukla mücadele için kilit mevzuatta değişiklikler gerçekleştirilmemiştir: Genel İdari Uslu Kanunu, Siyasi Etik Kanunu ve Tanık Koruma Kanunu.
İHAM kararları uygulanmamakta...
CB’ye hakaret davaları çok yaygınlaşmış bulunuyor.
‘Çevre konularına ilişkin mahkeme kararlarının düzgün bir şekilde uygulanmaması...’
AB Raporu: En azı...
2015 yılı Türkiye Raporu, ülkemizin yargı/insan hakları ve çevresel haklar alanında en azını ve diplomatik bir dille yansıtıyor.
Kuşkusuz, Türkiye’de Hükümet’ten bağımsız bir insan hakları kuruluşu olsaydı, daha gerçekçi bir rapor hazırlayabilirdi. Ne var ki, kısmen de olsa bağımsız ve özerk statüde olan kuruluşları Yürütme’nin güdümüne sokan bir yönetimden özerk bir insan hakları birimi beklemek aşırı iyimserlik olur...
AB Komisyonu temsilcisi, özenli bir şekilde hazırladıklarını belirtmiş olsa da, özellikle çevre sorunlarına ilişkin başlığın pek yüzeysel kaldığı eleştirisini kabul ediyor ve gelecek rapor için daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşacaklarını belirtiyor...
Neden parlamenter rejim mi?
Bu vesileyle değinmek istediğim husus, yansıtıldığı kadarıyla Türkiye sorunları ile Cumhurbaşkanı ve AK Parti çevrelerinin sürekli itibarsızlaştırmaya çalıştığı parlamenter rejim arasındaki ilişki.Bunların nedeni parlamenter rejim mi? AB Raporu’nda değinilen sorunların çözümü için rejim değişikliği mi gerekli? Sanıyorum önümüzdeki haftalarda ‘rejim tartışması’ konusuna bu açıdan da yaklaşmak gerekiyor...
Çevre bağlamında hukuk devleti tartışması
Çevre hakkı, bir insan hakkı olarak Anayasa’da değişiklik alanı dışında kalacak derecede güçlü bir düzenlemenin konusu değil mi?
Türkiye’de çevre adaleti, demokratik hukuk devleti kavramından ayrı olarak ele alınamaz. ‘Sosyal devlet’ ise, tam da bu sorunun merkezinde yer almakta.
Öncelikle, ideolojik tercihler: ‘vahşi ve yağmacı kapitalizm’ anlayışı şeklinde özetlenebilir.
Sonra, çevreyi etkileyen mega projeler, sadece Anayasa’da doğrudan çevreyle ilgili maddelerin ihlali yoluyla değil, aynı zamanda, değişmez hüküm olarak düzenlenen üst normlara da aykırı: demokratik ve sosyal hukuk devleti.
Nihayet, AB’nin finansman yoluyla büyük projelere katkısının yeterince saydam olmaması. Bunları sorgulama gereği...
Yurttaşlık ve egemenlik
Türkiye’de çevre adaleti, çevre mevzuatı istikrarsızlığı ve ihlali ötesinde, ‘anayasasızlaştırma’ sürecinden de payını alıyor; daha genel olarak şu üç boyutuyla bütün yakıcılığı ile gündeme geliyor: ülke içinde ve genelinde; bölgesel sorunlar ve AB ile ilişkiler bağlamında.
-Ülke içinde: Büyük projeler ve on binlerce işletme ruhsatı, hukuk ve katılım süreci dışlanarak saydam olmayan bir biçimde yürütülüyor. Bunlar, flora, fauna ve insan olmak üzere bütün canlıları etkiliyor; tarihi, kültürel ve doğal mirası yok ediyor. Öyle ki, genel imha, Kürt sorununu da aşan boyutlara ulaşmış bulunuyor...
-Bölgesel sorunlar: Suriye’deki savaştan kaynaklanan büyük göç, Türkiye’de yaşanan sorunları derinleştirdi...
-AB sorgulamalı: Bölge’deki savaştan AB de sorumlu. Çünkü başlangıç, ABD-Birleşik Krallık koalisyonunun kirli ve gayri meşru savaşı. O zaman birlik olamayan AB, şimdi bu insanlık dramı karşısında ‘birlik’ olmaktan yine uzak. Bu süreçte, Türkiye-AB ilişkileri, göçmenler sorununa indirgenemez; Türkiye, daha kapsamlı ve içten bir şekilde muhatap alınmalı. Daha genel olarak AB, yurttaşlık ve egemenlik anlayışını gözden geçirmesini gerekli kılıyor.