Bir süre önce bir kısım akademisyen ve araştırmacı tarafından yayınlanan, ‘’Bu suça ortak olmayacağız’’, başlıklı bildiri nedeniyle Türkiye, bildiriyi destekleyenler ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü. Cumhurbaşkanının bildiriyi imzalayanları itham eden ve hedef gösteren konuşmasıyla başlayan, hamarat Cumhuriyet Savcıları ve üniversite rektörleri tarafından gecikmeden başlatılan soruşturmalar ve polis gözaltılarıyla devam eden süreç; toplumsal kutuplaşmanın mevcut ateşine odun atılması sonucunu doğurdu.
Yayınlanan bildirinin içeriği nedeniyle kamuoyunda tartışılan sorun, ‘Kürt sorunu ve / veya terör sorunu’ olarak adlandırılan siyasal nitelikli bir sorundur. Dolayısıyla tartışmaya katılan tarafların soruna kendi ideolojileri açısından yaklaşmaları doğaldır. Ancak tartışmaya katılanların, ‘siyasal nitelikli’ görüşlerini açıklarken, sorunun ‘hukuksal’ boyutunu dikkate almadan düşünce açıklamaları, kasaba siyasetçilerinin tartışma düzeyini yansıtan görüntülerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, nitelikleri Anayasanın 2. Maddesinde belirtilen laik, demokratik bir hukuk devletidir ve Anayasanın 90. Maddesi gereğince imzaladığı uluslararası sözleşmelerle bağlıdır. Bir hukuk devletinin asgari sınırı, ‘kanun devleti’ olmaktır. Yani devletin, devlet görevlilerinin yürürlükteki yasal mevzuat kurallarına, anayasal ilkelere ve insan hakları sözleşmelerine uymaları hukuk devletinin asgari koşuludur. Bu nedenle, ‘’Bu suça ortak olmayacağız’’ bildirisi için görüş açıklayanların, Türkiye Cumhuriyeti devletinin uymakla yükümlü olduğu hukuk düzeninin kurallarını bilerek açıklama yapmaları konunun ciddiyeti gereğidir.
Bilindiği üzere hukukun temel amacı; anayasal ilkeler çerçevesinde, devletin neyi, ne zaman, nerede ve nasıl uygulayacağının önceden belli olmasıyla, keyfiliğin önüne geçmektir. Bir hukuk düzeninde yurttaşlar, kendilerini yöneticilerin değer yargılarına değil, yasal kurallara ve üstün hukuk ilkelerinin güvencesine teslim ederler.
Bu anlayışın sonucu olarak, bir hukuk devletinde, hiçbir kamu görevlisi anayasal hukuk düzeninin ilkeleri dışında veya onların üzerinde yer alan değer yargılarıyla hareket edemez. Örneğin, ‘Söz konusu vatan/devlet ise gerisi teferruattır’, gibi bir mantık ve değer yargısı, bir hukuk devletinde hiçbir hukukçu ve yönetici tarafından savunulamaz. Çünkü anayasal sistem kurulurken bu tür ‘üstün’ değerlere yönelik kaygılar değerlendirilmiş ve ülkeyi / toplumu tehdit eden gelişmelere karşı nasıl tutum takınılacağına ilişkin kurallar sistem içerisine yerleştirilmiştir. Olağan hukuk düzeni dışına çıkılmasını gerektirecek boyutta olay ve olguların ortaya çıkması halinde, ‘olağanüstü hal’ ya da ‘sıkıyönetim’ halleri öngörülmüştür. Nitekim Anayasamızda bu tür düzenlemelere (m.119-122) yer verilmiştir.
Bu çerçevede, Anayasanın 13. ve 15. Maddelerinde, temel hak ve özgürlüklerin, olağan koşullarda ve olağanüstü hallerde nasıl kullanılacağına ilişkin temel ilkeler belirlenmiştir.
Anayasaların yapılış amacı, devlet düzenin işleyişini göstermenin yanında, özgürlüklerin kullanılması bakımından toplumu ve kişileri korumak, insan haklarının rahatça kullanılacağı ortamı sağlamaktır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında temel hak ve özgürlükler tek tek sayılmıştır. Anayasanın 25 ve 26’ncı maddelerinde ise ‘düşünce ve düşünceyi açıklama’ özgürlüğünün çerçevesi çizilmiş, düşünceyi açıklama özgürlüğü, gerek Anayasa Mahkemesi kararlarında, gerekse yetkisini kabul ettiğimiz AİHM içtihatlarında oldukça geniş şekilde tanınan, vazgeçilmez bir insan hakkı olarak tanımlanmıştır.
Böyle bir mevzuat ve hukuk düzeni ortada iken, sorununun hukuksal boyutunu görmezden gelerek, ‘’Bu suça ortak olmayacağız’’ başlıklı bildiriyi imzalayanları ‘vatan haini’ olarak ilan etmek, kahvehane kültürüne uygun düşen bir taraftarlık duygusuna teslim olmak demektir.
Biliyoruz ki, Ülkenin güneydoğusu, ‘devletin’ giremediği sokak ve mahalleleriyle, kazılan hendeklerle, ilan edilen ‘özyönetim’lerle, büyük ölçüde terör örgütünün denetimine girerek olağan hukuk düzeninden çıkmıştır. Öyle ise hukuken yapılması gereken, eylemli olağanüstülüğe, hukuksal olağanüstülükle cevap vermektir.
Oysa ve nedense, siyasal iktidar ısrarla bundan kaçınmaktadır.
Siyasal iktidar, hem ülkenin bölünme noktasına geldiği iddiasını ileri sürmekte, hem de yaşanan vahim tabloyu normal düzenin hukuk kurallarıyla aşmaya çalışmaktadır. Valiler, İl İdaresi Kanununun bazı maddelerine dayanarak, günlerce süren sokağa çıkma yasakları ilan edebilmekte, yine bu yasaya dayanılarak tankla, topla, tüfekle mahalle aralarında sokak savaşları yürütülmektedir. Bu durum hukuksuz bile değil, düpedüz kanunsuz bir devlet davranışıdır. Öncelikle karşı çıkılması gereken husus budur. Bu durumun yarattığı açık kanunsuzluk ve keyfiliktir. Nedense hiçbir hukuk kurumu ve muhalif kesimler bu itirazı dillendirmemekte, toplumun gözünden, anayasal sisteme göre sıkıyönetim ilanı gerektiren ağırlıkta bir sorun kaçırılmaktadır.
Oysa bu görmezden gelme durumu sadece güneydoğuda olup bitenler açısından değil, ülkenin her yerinde yaşayanlar için ciddi tehditler yaratacak bir anlayışı yansıtmaktadır. Çünkü keyfi uygulamalara, yasadışılığa ve bunlara dayanak olarak gösterilen gerekçelere karşı çıkılmaz ise, olağanüstülük olağanlaşacak, güneydoğuda ‘terörist’ olarak kabul edilenlere yapılanlar, benzer ‘üstün’ değer yargıları adına, ülkenin batısında da aynen uygulanacak, eve giren polise, ‘galoş giy’ dediği için bir genç kız öldürülebilecektir.
Beğenmeyip değiştirmeye çalıştıkları anayasayı bile uygulamayan, kanunlara açıkça aykırı davranan mevcut siyasal iktidarın, temelinde ‘adalet’ olması gereken bir devletin savunucusu olamayacağı her alandaki tutumuyla kendisini belli etmektedir. Siyasal iktidar, anayasayla tanımlanan cumhuriyet devletini değil, kendi parti-devletini savunmaktadır. Bu açıdan, ülkede yaşanan hukuksuzluk sorunu, sadece Güneydoğunun değil, tüm ülkenin, Türk, Kürk demeden tüm halkın, her yurttaşın temel sorunudur.
Yayınlanan ‘Bildirinin’ tartışmaya açtığı siyasal boyut da, yaşanan hukuksuzluk kadar vahim riskler taşımaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, sadece terörün değil, Türkiye’yi yöneten mevcut siyasal anlayışın da tehdidi altındadır. Türkiye, başka bir rejime doğru hızla evrilmekte, cumhuriyetin kurucu değerlerinden uzaklaşmaktadır. Cumhuriyet, bu etkiyle, dört temel özelliği olan, laiklik, kamusallık, demokratiklik ve hukukilik özelliklerini büyük ölçüde yitirmiştir.
Hal böyleyken, yayınlanan ‘Bildiri’ özelinde siyasal iktidar, tam olarak ‘yavuz hırsız’ rolünü üstlenmiştir. Çünkü çözüm süreci adı altında şimdiki çatışma bölgelerini terör örgütüne gönüllü olarak terk ederek ‘asgari devlet’i uygulayan, bu konuda yerine getiremeyeceği taahhütlerde bulunan, Türkiye’yi, terör örgütlerinin beslendiği Ortadoğu bataklığına sürükleyen, yurttaşlık kavramını unutturarak alt kimlikleri öne çıkartıp kışkırtan, mezhepçi politikalarıyla Sünni imparatorluk hayalleri kuran, Ülkeyi gericiliğe, yoksulluğa teslim ve mahkum eden mevcut siyasal iktidardır. Bu nedenle, bölgede yaşananların baş sorumlusu olduğunu, toplumsal bellek zayıflığından yararlanarak unutturan iktidarın yanında saf tutmak, savunduğumuz cumhuriyet devletini ayakta tutmakla eşdeğer değildir.
Dolayısıyla bildiride imzası bulunanlardan birçoğu, ‘yetmez ama evet’ aymazlığını taşıyor olsalar ve bildirin içeriği sorunlu bir dil ve ütopik öneriler taşısa da, şimdilerde şoven milliyetçi kimliğe bürünen siyasal iktidarın yanında yer almak, devletçi bir savunuculuk olarak ileri sürülemez.
Toplumsal kutuplaşma ve anayasal hakların kullanılmasının önüne yukarıda belirttiğimiz ‘üstün’ değer yargılarıyla geçilecekse, devlet, ‘kanlarında duş alacakların’ düzen koruyucusu olduğu bir devlete evrilerek vatan kurtarılacaksa, ‘sıvasız evlerin‘ çocukları şehit düşerken, bin avroya askerlikten kurtulmak mümkün olacaksa, Nazım Hikmetin dediği gibi, o vatan sizin olsun. ‘Ben vatan hainiyim.’
Bir ucunda PKK terör örgütü yandaşlığı ile itham edilen imzacılar ile diğer uçta kayıtsız koşulsuz devleti savunanlar arasındaki söz düellosunda devleti, siyasal iktidarın bakış açısıyla savunmak, yumurtayı balyozla kırmaya benzer. Terör bu yöntemle önlenemez. Kullanılan bu yöntem, her şeyi berbat eden bir sonuç yaratır. Barışı öteleyen, savaş ve çatışma kültürünü besleyen acılı süreci uzatır.
Hukukçuların öncelikle, bildiriyi içeriğinden bağımsız olarak, ifade özgürlüğü çerçevesinde görüp değerlendirmeleri gerekir. Aksi taktirde, bildiri yayınlayanları terör örgütü propagandası ile ilişkilendiren şoven milliyetçiliğin tuzağına düşmekten kaçınamazlar. Yaşanan durumu olağan hukuk düzeni gibi gösterip, toplumu zihinsel olağanüstülüğe alıştıran, mevcut devlet uygulamalarını demokratik bir hukuk düzeni imiş gibi gösteren, toplumun bellek yoksunluğundan, zihinsel tembelliğinden yararlanan iktidarın tuzağına düşerler.
Öyle bir düşünceye doğru savrulmak isteyenler için ise yapılacak tek şey, Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’in durumuna düşmemelerini dilemek olacaktır.
Av. Başar YALTI