Türkiye artık köklü bir şeyler yapmak zorunda:
-İhracat düşüyor, işsizlik artıyor, enflasyon yükseliyor, yoksulluk desteği alanların sayısı giderek büyüyor. İçeriden ve dışarıdan göç büyük bir yük. Dünya’daki genel krizde en fazla bizden endişeleniliyor. Üstelik; “yok canım” dense bile milli gelirimizdeki düşüş ve gelir dağılımımızdaki çarpıklık ortada.
*
Toparlanmanın hedefi önce ekonominin güçlenmesi olmalı:
-Bütün bunlar milli ekonomiyi zayıflatıyor, dış politikada zaaf, iç politikada kaos ve yaşam zorluğu yaratıyorsa “ne yapmalı?” sorusunun cevabı net: Önce milli ekonominin güçlenmesi gerek. Ekonomi güçlü, pasta daha büyük olduğunda dış baskıdan, taviz vermekten kurtuluyorsunuz. İçeride daha rahat ve dış müdahalesiz bir “paylaşma” imkanı doğuyor.
*
Ekonomiyi güçlendirmenin yolu ne?
-“Üretmektir” denecektir şüphesiz. Ama bu lafla olmaz tabii… Şartlarını dile getirmezseniz, gereken tavrı gösteremezseniz, kendinizi vesayet altında iken daha doğru yerde görürseniz, istediğiniz kadar “üretimden yanayız” deseniz de bir sonuca ulaşamazsınız.
Güçlü bir milli ekonomi yaratmanın ilk şartı, ekonomiyi kendi ülkenizin, kendi halkınızın çıkarı açısından ele almaktır. Küresel piyasa ekonomisi ve bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler politikaları sürerken hiçbir “milli ekonomi” güçlendirilemez.
*
Önce bu noktaya nasıl geldiğimizi düşünelim:
-Türkiye maalesef kuruluş yıllarından sonra önce sermaye yetersizliği, ardından İkinci Dunya Harbi, ardından soğuk savaş yılları dolayısıyla kendisini yabancı ekonomilerin ilgi alanı içerisinde bulmuştur. 1947’lerdeki Truman doktrini çerçevesinde “verilen” Marshall yardımları, ağır savunma giderleri, sanayie olan merakın tarıma, hammade ihracatçılığına ve borçlanmaya yöneltilmesi bu günkü ortamı hazırlamıştır. Bu yönelimin giderek kendisine uygun bir siyasi ortam, o siyasi ortamın da kendine uygun bir siyaset ve hukuk alt yapısı yaratması işin doğal sonucudur.
Türkiye’nin bu gün siyasi olarak geldiği yer, temelde o ekonomik sürecin getirdiği noktadır.
*
Ekonomiye bu milletin ekonomisi olarak bakmak ne demek?
-Demokratik sistemlerde konuya yeni bir yön verebilmenin yolu siyasetten geçmek zorunda olduğuna göre, öncelikle Türkiye’nin kendisini “pazar” ve “tâbî” olarak gören siyasete dur diyecek bir kararlılık içine girmesi gerekecektir. Siyasetin hakim güçleri gidişattan memnun ya da artık kendiliklerinden vazgeçemeyecek bir durumdaysalar, şüphesiz ki o takdirde isteğin halktan ve durumdan memnun olmayan yerli burjuvaziden gelmesi beklenecektir.
Ancak bu sağlandığın zaman, o milli ekonomiye yaramayan, dolayısıyla halka yaramayan gidişe kademe kademe sürdürülerek engel olunabilir ve bu arada yine kademe kademe sağlıklı ve milli ekonomiye hizmet eden bir yapıya yönelinebilir.
*
Uluslar arası finans kurumları ile işbirliği durumu düzeltmez mi?
-Birincisi, bu bir milli ekonomi sorunu ise, buna “içeriden” yani kendi çıkarlarımız ve geleceğimiz açısından, bizim gözümüzle bakmak gerekir.
İkincisi, bu küresel kurumlar ülkeler arası hakkaniyet ve kimin kimden ne kazandığı ile değil, aksine “ilişkilerin” ticari olarak güvenli olması konusunda, küresel sistemin sorunsuz işlemesi konusunda çalışırlar.
Bir ülkenin kaynaklarının verimsiz kullanılıyor olması, onları sadece oraya giden yatırımcıların yatımlarını güven altına alabilmesi, açılan kredilerin sorunsuz geri dönebilmesi açısından endişelendirir. Ülkenin kalkınıyor ya da kalkınamıyor olması, içerideki gelir adaletsizliği, işsizlik gibi konular onların işi değildir.
*
Peki bu iş nasıl olmalı ?
-Siyaset buna imkan verdiği ya da yerli burjuvazinin, halkın bu konuda taleplerinin yükseltmesinden sonra “Planlama” mutlaka gündeme gelecektir. Nedeni basit, çünkü sorunun kaynağı ekonominin milli ekonominin çıkarlarına göre “şekillendirilmesi”nin değil, her şeyin kendi akışına bırakılmış olmasıdır. Yani “plan” yerine, piyasa düzeninde yerli yabancı herkesin kendi kazancını yükseltmek üzere çalışmakta olması, milli ekonomiye zarar verse bile kimseye bu konuda sınır getirilmemesi, yönlendirme yapılmamasıdır.
O zaman işi düzeltmenin yolu “planlama”dır.
Örneğin, içeride üretilebilir ve üretmeye hazır milyonlarca iş arayanınız varken işletmelerin daha ucuz diye gidip Çin’den şemsiye, tabak-çanak ithal etmesi gibi bir konuda planlayıcı olamazsanız bu konu “piyasa”nın tercihleriyle asla düzelemez.
*
Ya “planlama” konusunda ne gerekli?
-Planlama, esas olarak bir büyük “milli ekonomik proje”dir.
Plansızlıksa “projesiz”lik…
Dolayısıyla, imkanları da gözeterek gerçekçi hedeflerin belirlenmesi gerekir.
Hedefte tabii ki ekonominin büyüyerek güçlenmesi, istihdamın artması, yoksulluğun azaltılması, dş borçların önce rahatlıkla çevrilebilir hale gelmesi, borçlanma sürdürülecekse bunların verimli alanlara kaydırılması, insan gücünün daha eğitimli hale getirilmesi, iç pazarın kurtarılması, dış pazarların kurtarılması ve genişletilmesi, araştırma-geliştirme çalışmalarına ağırlık verilmesi, çevrenin korunması ve daha pek çok alan vardır.
Ve tabii ki, planlamada hedefler tayin edilirken eldeki imkanların ve planlamaya ihtiyaç duyulan konulardaki istatistiki bilgilerin hazırlanması gerekir. Planlamaya kalktığınızda elinizde sağlıklı verileriniz yoksa, çarklar yarı yarıya kayıtdışı dönüyorsa, neyi nerede kullanabileceğinizi doğru hesaplayamadığınız gibi yaptığınız icraatın ekonomide hangi sonuçları verdiğini, yanlış ve doğrularını da anlama imkanınız olmaz.
*
İmkanlar ve imkansızlıklar neler?
-Siyasi kararlılık, hedef, istatistiksel verilerle birlikte bir başka gereksinim de, bu planlamada görev alacak çekirdek kadro ile kademe kademe uygulamacıların bulunup istihdam edilmesidir.
Türkiye, plancılığı çok eski yıllarda bıraktığı için bu gün maalesef “kadro” konusunda sıkıntılıdır. Ekonomi ve diğer bürokraside partizan, yetersiz, gönlü piyasa ekonomisinde olan mevcut yöneticilerle ya da yine bu vasıflarla malul olanlardan oluşturulacak kadrolarla sağlıklı bir hedef belirlemek de, başarılı bir uygulama yapmak da zordur.
Bir diğer imkansızlık, uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı, yaptırımları, karşı cephenin çıkarcı tepkileri ve her durumda onların yanında yer alabilecek olan mevcut bürokrasinin ayak direnmeleridir.
Bunlar bir engel midir?
En azından, karşılaşılacak “zorluklar”dır.
Ama engel olarak görüldüğünde başarma şansı yoktur. Bu zorluklar kabul edilecek ama içeriye ve dışarıya verilecek güçlü mesajlar, doğru ve tutarlı projelerle üstesinden gelinmeye çalışılacaktır.
*
Hepsi sağlandığı zaman izlenecek yol nedir?
-Türkiye’nin en fazla kanayan yarası cari açıktır. Bunun başlıca nedenleri arasında:
Düşük kur politikası ile ithalatın cazibesine engel olunmaması, ithal ikamesinin ve kendimize yetecek üretimin etkileyici biçimde yönlendirilmemesi, üretim ve istihdam üzerindeki mali yükün hafifletilmemesi, dış politikanın ihracata olumsuz etkilerinin göz ardı ediliyor olması, bu politikaların turizm sektöründe yarattığı zaaf, süren istikrarsızlıkta yerli sermayenin dahi dışarıya kaçması gibi konular vardır.
Öncelikle bu konularda “yeni” bir politika uygulanacağı “deklere” edilmeli ve çalışmalara başlanmalıdır.
*
Kur politikası:
-Resmi-gayrıresmi ticarette ithalatın önüne geçmede en az “mevzuat” ya da “gümrük denetimi” kadar etkili olan unsur, yapılan alışverişlerde kullanılan “kur”dur.
Döviz pahalı olduğunda her türlü ticaret de pahalıya geleceği için bu durumda “ithalat”ın cazibesi kalmayacak, talep iç üretime kayacak, bu da milli ekonomiyi güçlendirecektir.
Yüksek kurun içeride bazı maliyetleri yükseltmesi, tasarrufların dövize kayması gibi “yan tesirler” alınan özel düzenlemelerle giderilmeli ama bu yan tesirler asla kurun yükseltilmesini engellememelidir. Örneğin, dövize kayan iç tasarrufu -geri dönüşü TL üzerinden olmak şartıyla- döviz cinsinden devlet tahviline çekmek ve böylece dış borçlanma da “gerekli kaynak” sorununu hafifletmek de tartışılmalıdır.
*
İstihdam politikası:
-Türkiye, aynen bir ailenin işsiz ama bakmak zorunda oldukları çocuklar gibi, kabaca 10 milyon yurttaşını eğitmiş, büyütmüş, sosyal yardımlarla da olsa karnını doyurmuş yani bu nüfusun maliyetini çekmekte ama emeğini değerlendirememektedir. Bunu isterseniz birilerine maaş verip boş oturtmaya da benzetebilirsiniz.
Bu durum, işsiz nüfusun ucuz-pahalı demeden bir biçimde “değerlendirilmesini” yani üretime katılmasını gerektirmektedir. Örneğin, çalıştırılırsa bunun ücretinden vergi alırım” denmesi bile onların üretime katılmasının önündeki en ciddi engellerdendir.
Düşünelim:
Şimdi işsiz olan, üretime katılamayan ve hatta üste para verilmekte olunduğu bir durumda devlet; “Onun ücretinden vergi almayacağım, yeter ki kendine yetecek ücreti verin” dese kim kazanır, kim kaybeder? “Çalışırsa gelir elde eder, o zaman ben de o ücretin içinden pay alırım” diyen şimdiki devlet mi? Yoksa, sen istihdam et, vergi istemem” diyecek devlet mi?
Dolayısıyla, yarattığı sosyal sorunları bir yana, ekonomik olarak atıl duran işgücünün sadece bir kısım vergi bağışıklığı ile bile istihdam altına alınması imkanı kullanılmalıdır. Bu politika şüphesiz devletin ücret gelirleri üzerinden yaptığı tahsilatını düşürecektir, ama hiçbir vergileme tercihi bir ekonominin 10 milyon kişiyi işsiz bırakması sonucunu yaratmamalıdır. Buradaki haksız vergileme bütçede açık yaratacaksa, bunun çözümü yükü kısmen kazanç ve servet vergilerine kaydırmak, bir süre bazı kamu harcamalarını kısmaktan geçecektir. Bu politika sonuç vermeye başladıkça o bütçe açıkları zaten kendiliğinden azalmaya başlayacaktır. Çünkü milli üretim ve karlılıklar artacaktır.
*
Bu oldukça geniş ve detaylandıkça yeni çözümler geliştirilmesine gerek duyulan konuları yazımızın boyutlarını çok aşacağı için şimdilik burada kesiyoruz.