Doğumunun yüzüncü yılında İdris Küçükömer

~ 29.07.2025, Yeni Yaklaşımlar ~

Faruk Kalaycı

1960’lar Türk düşünce tarihinin en renkli, en canlı dönemiydi. 27 Mayıs bir kapı açmıştı Türkiye’de. Haykırmak değilse de konuşmak serbestti. Dev puntolu sol dergiler. Terziler ‘bütün mümkünlerin kıyısında’ duran Türkiye’ye yeni bir kıyafet biçmek/uydurmak derdindeydi. İdris Hoca Osmanlı Türk toplumuna ‘Marksist bir bakış açısıyla’ bakıyor, yerleşik algıyı tersyüz ediyor, sağ-sol kavramlarının yerini değiştiriyordu.

'1 Haziran’ Profesör Doktor İdris Küçükömer’in ‘yüzüncü’ doğum günüydü. Hiç kimse hatırlamadıysa bile Asaf Savaş Hoca ve Ahmed Güner Sayar unutmamıştır... Ne acı. Doğan Avcıoğlu bu kadar ilgi görürken, İdris Küçükömer’in ‘unutulmasına’ şaşıyor insan. Oysa ‘bitmemiş son eserinde’ çok can alıcı, çok sıcak bir sorunun cevabını arıyordu: “Halk Demokrasi İstiyor mu?”

1960’lar Türk düşünce tarihinin en renkli, en canlı dönemiydi. Eski Anadolu toplum yapısının ne olduğu ve bugünkü Türkiye toplum yapısının ‘hangi üretim biçimi kalıntılarını’ bünyesinde taşıdığı Türk solu tarafından ‘altmışlı yıllarda’ çok yoğun biçimde tartışılmıştı. Bu tartışmanın arka planında “devrimci stratejinin saptanma çabası” yatıyordu aslında: “sosyalist bir devrim ama nasıl?”

27 Mayıs bir kapı açmıştı Türkiye’de. Haykırmak değilse de konuşmak serbestti. Dev puntolu sol dergiler: Yön, Ant, Devrim... Artık basılabilen Nazım Hikmet, Marks, Engels, Lenin, Stalin kitapları… Terziler “bütün mümkünlerin kıyısında” duran Türkiye’ye yeni bir kıyafet biçmek/uydurmak derdindeydi. Batı’dan getirtilen yeni smokinin adı: Sosyalizm! Herkes ‘meşrebince’ Türkiye’nin özgün koşullarından (düzeninden) yola çıkarak yine ve hep ‘Türkiye’ye özgü bir sosyalizmin’ imkanlarını aramaktaydı. Osmanlı/Türk toplumu ve tarihi üzerine peş peşe kitaplar: Fethi Naci Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm (1965), Sedat Özkol’dan Geri Bıraktırılmış Türkiye (1969), Stefanos Yerasimos’dan Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (1970), İsmail Cem’den Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi (1970)... Hepsinde ‘ana tema’ geri kalmışlık, azgelişmişlik, Türk toplumunun ‘düzeninin’ ne olduğu ve nasıl değiştirilebileceği: Doğan Avcıoğlu bugünlerde tekrar popüler olan Türkiye’nin Düzeni (1968) adlı o çok meşhur kitabını “Türkiye’nin geri kalmış ülkeler arasına düşüşünün tarihi” olarak takdim etmişti. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması isimli kitabı da aynı günlerde basılacaktı.

Türkiye’de ve Avrupa’da, ‘doğulu toplumların’ batı toplumundan ‘farklı bir gelişme yolu izlediği düşüncesi’ gittikçe kuvvet kazanırken, bu tartışmayla sol tam ortadan ‘yarılmıştır!’ Kabaca iki aks çatışır: TİP’i popülist ve naif bulan, ‘Milli Demokratik Devrim’ teorisini savunan Sol-Kemalist darbeciler ve ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ taraftarı Sosyalist devrimciler. Geçmiş zaman: Asaf Savaş Hoca ile üniversitede, kitap dolu odasında sohbet ediyoruz. Aslında sorun, onun çok yerinde ifadesiyle “askerin siyasetteki yerinin saptanması” sorunudur. Avcıoğlu’nun da aralarında bulunduğu MDD’cilere göre genç subaylar/ordu yani “zinde kuvvetler” 27 Mayıs benzeri ilerici bir müdahaleyle ‘yarım kalan milli demokratik devrimi’ tamamlamalı, komprador burjuvaziden, toprak ağalarından, tefeciden, eşraftan oluşan sözüm ona ‘gerici güçleri’ temizleyerek ‘sosyalist devrime giden yolu’ açmalıdır. Asker süngüsü gölgesinde ‘devlet kapitalizmi’ yani yerli ve milli ‘Baas rejimi’ düşü.

Marks’ın genelde doğu toplumları, özelde Osmanlı/Türk toplumu hakkında yazdıklarından ilham alarak Osmanlı tarihine ‘Marksist yöntemlerle’ yaklaşan ATÜT’çü düşünürlere (Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Kemal Tahir) göreyse ‘artık değere el koyan’ Osmanlı/Türk devlet geleneği yani ‘egemen sivil-asker bürokratlar’ Türkiye’de demokrasinin, sivil toplumun ve sosyalizmin önündeki en büyük engeldi. Öncelikle ‘bu yapı’ tasfiye edilmeli, sosyalizme demokratik yollardan hem parlamentoda hem sokakta güçlenen ‘emekçi kitlelerle birlikte’ varılmalıydı.

Küçükömer’e hak vermemek mümkün değil, ama... Aması da var: manşete çıkartılıp duvar yazısı haline getirildiği için bu söz de basmakalıplaştı ve Hoca’nın ‘asıl demek istediği’ anlaşılamadı sanki.

DÜZENİN YABANCILAŞMASI: “TÜRKİYE’DE SOL SAĞDIR, SAĞ DA SOL”

Düzenin Yabancılaşması 14-17 Ekim 1968 tarihleri arasında, Türkiye’nin Düzeni’nin baskı üstüne baskı yaptığı aynı sene, Akşam gazetesinde yayınlanan ‘dört uzun makalenin’ kitaplaşmasıyla oluşmuştu aslında. İdris Hoca Osmanlı Türk toplumuna ‘Marksist bir bakış açısıyla’ bakıyor, yerleşik algıyı tersyüz ediyor, sağ-sol kavramlarının yerini değiştiriyordu. Ona göre Türkiye’de “sağ soldu, sol da sağ!” Darbesever bazı solcularca ilerici olduğu varsayılan “zinde kuvvetler” yani sivil-asker bürokrasi üretim araçlarının gelişimini engellediği için ‘gericiydi’ esasta. Toplumsal muhalefetin ‘sol’ değil ‘dindar’ kisveyle belirmesi gerçeği değiştirmiyordu. Ta Tanzimat’tan ve hatta Lale Devri’nden bu yana DEVLET (sivil-asker bürokrasi) ile HALK (işçi-köylü-esnaf-eşraf) çatışıyordu. Şerif Mardin aynı çelişkiyi 73’de ‘Merkez-Çevre’ diye formulé edecekti.

İdris Küçükömer’e hak vermemek mümkün değil, ama... Aması da var: manşete çıkartılıp duvar yazısı haline getirildiği için bu söz de kullanıla kullanıla basmakalıplaştı ve Hoca’nın ‘asıl demek istediği’ anlaşılamadı sanki. Türk sağı tarafından çokça saptırılıp sömürüldü bu önerme. Meraklısı anımsayacaktır; AK Parti ‘askeri vesayeti’ tasfiye ederken, 2006-2010 parantezinde, İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması’nda ileri sürdüğü görüşler ve iddialar zaman zaman gündeme gelmiş; CHP’ye karşı sıklıkla kullanılmıştı.

Hoca’ya göre Türkiye’de ‘sol da aslında sağ’ idi, yani soldan söz edilemezdi! Solsuzlukla maluldük. Bir asırlık birikim bir çırpıda unutulacak ve yok sayılacak da değil. Fakat Türkiye’de sol da sağın ‘iki parmak solunda’ ama yine de ‘solun dört beş parmak sağında’ değil mi? Daha açığı: Türkiye’de kendini solda tanımlayan muhaliflerin ne kadarı devletin ‘sivil toplum’ karşısındaki kadim pozisyonuna karşı durma cesareti gösterdi? Halka rağmen halk için alınan ‘Batılılaşma’ kararına milliyetçilik ve laiklik adına katılmak solcu olmaya yeter mi? Mustafa Suphi’yi Karadeniz’de boğan, Nazım Hikmet’i ve Kemal Tahir’i hapse atan, Tan Matbaası’nı parçalatan, Sabahattin Ali’yi öldüren ‘devlet ideolojisini’ savunmak, daha ne kadar ‘solculuk’ sayılacaktır? Evet, Türkiye’de sol da sağdır ve ‘gerçek sol’ ezildikçe “sağcılaşma” bir hastalık gibi bütün siyasi bünyeyi sarmıştır. İlginçtir, İbrahim Kalın ‘bile’ bu durumdan şikayetçidir: “Türk solu birçok aşamadan geçti. Kemal Tahir, İdris Küçükömer çizgisinde ya da daha güçlü bir şekilde devam etseydi, sosyal adalet, hizmet siyaseti, Anadolu’nun irfan ve düşünce geleneği konularında daha farklı bir konumda olabilirdi, hala da olabilir (...) Kemal Tahir-İdris Küçükömer çizgisinden gidilseydi, belki çok daha farklı bir sol tasavvuru inşa edilebilirdi.” (Haziran, 2018)

Edilemedi, olmadı. Ordu geldi (1971) ve ardına kadar açılmış olan kapı yarıya kadar kapatıldı. Konuşmak yasak değilse bile fısıldamak serbestti artık. Türkiye’nin yarı sömürge/feodal bir ülke olduğunu düşünen, sosyalizmin ancak ‘ilerici bir askeri darbeyle’ kurulabileceğine inanan Avcıoğlu gibi asker-bürokrat destekçisi ‘kapıkulu aydınlarının’ devrim stratejilerine aykırı düşen ATÜT’le birlikte İdris Küçükömer’in düşünceleri de parıltısını kaybetti ve unutuldu. Solun tarihinde ‘arkeolojik/nostaljik bir hatıra’ bugün.

Batı toplumlarında gözlemlenen politik gelenek ve kurumların izini Doğu ülkeleri tarihinde ‘asla’ göremeyiz. Batı’da iktidar bölünmüş/parçalanmıştır. Bizde ise sözde toplum adına bütün topak iktidar bir merkezde toplanmıştır.

SİVİL TOPLUM ÜZERİNE YAZILAR VE BİTMEMİŞ SON ESER: “HALK DEMOKRASİ İSTİYOR MU?”

Oysa İdris Küçükömer Düzenin Yabancılaşması kadar ses getirmese de diğer yazılarında ve çalışmalarında ‘siyasi noksanlarımız’ üzerinde durdu sıklıkla. Bizde niçin ‘Batı’daki gibi’ hukuk devleti, sivil toplum, demokrasi yoktu? Bunu anlamanın yolu Avrupa’yı anlamaktan, Avrupa’yı anlamanın yolu da orada “iktidarın çeşitli seviyelerde bölünmüşlüğünü görmekten” geçiyordu. Çünkü sivil toplumun ve demokrasinin ilk koşulu “iktidarın bölünmüşlüğüdür” ona göre.

Batı toplumlarında gözlemlenen politik gelenek ve kurumların izini (konsül, derebeyi, burjuva, kilise, komün, senato, site) Doğu ülkeleri tarihinde ‘asla’ göremeyiz. Batı’da iktidar bölünmüş/parçalanmıştır. Doğuda yani bizde ise “kanun yapma, yargılama ve yönetme iktidarı topak (bölünmemiş) olarak toplumda değil de onun üstünde ya da ayrı üst-merkezi ünitededir. Kısaca, sözde toplum adına bütün topak iktidar bir merkezde toplanmıştır.” Ayrı politik iktidar birimlerinin varlığına dayanan, ‘topak iktidarın’ mutlak gücünü sınırlayacak ayrı bir ‘denge/fren’ sistemi kurulamamıştır. Bilge ve müşfik sultanların varlığı bu yapıyı değiştirmemiş, rejimin kapısı her seferinde dön dolaş “istibdada” açılmıştır. Binlerce yıllık Doğu toplumlarında politika halkın içinde ve katılımıyla değil, ‘toplum üstü özerk bir alanda’ yapılmıştır. Halk hiçbir zaman politik kararların ve yaptırımların öznesi olamamıştır. Doğuda genellikle iktidarın “bölünmemişliğine” dayalı bir devlet olagelmiştir: “Bunun bir sonucu tepede tek adam ve karizma ortamı yaratır ve tek adam geleneksel otoritenin görünür temsilcisi gibidir.”

Bu yapı kökten değiştirilerek halk tam anlamıyla ‘politik özne’ haline getirilmeden, mütemadiyen kurtarıcı (güçlü lider/baba arayışı) beklemekten vazgeçmeden, Hoca’nın sözleriyle, “…Türkiye’de ne anayasa kitabı yazılabilir ne de çağdaş demokratik iktidarın asıl sahibi, kaynağı olarak halkın gerçekçi bir halk anayasası yapılabilir.”

Ona göre “içimizde adeta bizi hür kılmayan bir ipotek var” idi! Binlerce yıl sürekli tekrarlanan toplumsal yaşam ortak bir hafıza, ortak ve adeta güdüsel bir davranış strüktürü (yukarıya itaat, aşağıya tahakküm eğilimi) yaratmıştı içimizde. Bitmemiş son kitabından okuyalım tekrar: “Eğer bir toplumda hükümdar varsa, eğer bu kişi, bütün toplumun sürekliliği adına politik iktidar ve otoriteye sahipse, toplumun sürekliliğini sağlamak, salt üst ünitenin sürekliliğini sağlamaya dönüşürse, bu takdirde, kanun yapma, yargılama ve yönetme iktidarı toprak bir halde, bölünmemiş olarak, toplumda değil, üst merkezi otoritededir. Böyle bir toplumda, hukukun üstünlüğü yoktur. Merkezi otoritenin üstünlüğü vardır. Böyle bir toplumda kimse yurttaş değildir (…) İş adamlarımız devletin türettiği rantiyelerdir. Bizim iş adamları ve onları tutan yazarlar bir ideoloji üretemezler (…) Halkın yığınlaşması militanlık getirir, bu ise sivil aralıkları yok eder (…) Her krizde bir baba arayışı yazgısı değişir mi? Osmanlı’nın kızıl elması dışarıda değil, kendi içimizde; kendimizi anlayıp fethedelim.”

Ne dersiniz, Hoca haksız mı?

“BİLMEYEN NE BİLSİN O’NU...”

Elli sene önce AK Parti’nin ‘ayak seslerini’ duyan, ‘bitmemiş son kitabında’ adeta ‘bugün yaşananları’ öngören İdris Hoca politik/düşünsel yaşamına ‘cuntacılıkla’ başladı ‘demokraside’ karar kıldı. Hastalığı nedeniyle gittiği Londra’da (1987) bir feribotun batmasından sonra ‘kamuoyunun’ bu olaya gösterdiği ilgiden etkilenerek şöyle demişti: “işte bizde olmayan şey bu, birisi bıraksa diğeri bırakmıyor!” Askeri darbelerin, cuntaların değil, unutmayan, irdeleyen, hesap soran, sesini yükselten bir sivil toplumun peşindeydi o. “Aşağıya tahakküm/Yukarıya itaat” kültürünü eleştirdiği, ömrü boyunca arayıp bulamadığı sivil topluma çekinceler düştüğü Halk Demokrasi İstiyor mu? ve bütün eserleri tam da bu günlerde, ‘her gün bir feribotun battığı’ ülkemizde hala okunmayı, anlaşılmayı bekliyor: “Bilmeyen ne bilsin onu, bilenlere selam olsun!”


https://www.karar.com

Hits: 467