Dilek Ekmekçi Neden Hala Tutuklu? - Av. Aynur Tuncel Yazgan

~ 15.01.2025, Yeni Yaklaşımlar ~

Elimde sözlük, bu sorunun yanıtını anlamaya çalışıyorum. Kararı okudukça önce şaşırmıyorum, sonra yazılan gerekçeleri okudukça hırçınlaşıyorum ama belli etmemeye çalışarak, uygulamada varılan noktanın nedenlerini düşünmeye başlıyorum. Hukuk başlangıcı ve hukuk felsefesi derslerinde, staj eğitimlerinde ne öğretiliyor artık diye merak ediyorum. “Özgürlük” nasıl tanımlanmalı acaba? Muhakemenin tarafına “özne” muamelesi yapmak nasıl mümkündür? “Karine” ne demek? “Gerekçe” ne işe yarar? …

Artık hiçbir hukukçuyu şaşırtmayan bu tür kararlara aynı gün itiraz yazılabilir ama, içerdiği tipik ve atipik yanları, bazı kavramlar için sözlüklere bakma gereksinimi doğuruyor.

Stereo tape gerekçeye neden başvuruluyor? Steryo olsa da bu teyp neden böyle kulak tırmalayıcı sesler çıkarıyor? Teybin düğmesine kim neden basıyor?  İnsan sevmediği şarkıyı dinler ya da dinletmek ister mi ? Hoş olmayan bir haberi kim duymak ya da vermek ister?  Neden? Neyi önlemeli? Nasıl yapmalı?

Özgürlükten uzaklaşıp “suçun ağırlığı ve olası cezasının kaçma şüphesinin varlığının kabulü”  duvarına dayanan KARİNE kavramı, yüklenen suçun işlendiği yönünde kuvvetli derecede şüphe uyandığının varsayılmasına elverişli midir?  

Tutukluluğun devamı kararının gerekçesi 

Dilek Ekmekçi hala tutuklu. Çünkü, Mahkemece, duruşmanın 10.01.2025 günü gerçekleştirilen ikinci oturumunda yapılan değerlendirme sonucu, “tutuklu sanığa isnat olunan suçun vasıf ve mahiyetine, yasada gösterilen olası cezanın sınırlarına, sanığa isnat edilen suçun 5271 sayılı CMK’nın 100/3 Maddesinde gösterilen katalog suçlardan olması, mevcut delillerin sanık hakkında kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olgu olarak kabul edilerek, bu durumun kuvvetli suç şüphesinin varlığının bu açıdan halen devam ediyor olmasına, gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına ve gerekse 6352 sayılı Yasanın 96 sayılı ve devamı maddeleri ile değişik CMK’nın 100. ve devamı maddeleri hükümlerine göre tutuklulukta geçen makul süreyi aşan bir durumun bulunmamasına, sanığın serbest kalması halinde kaçma şüphesinin üzerine atılı suçun ağırlığına göre karine olarak kabul edilmesinde zorunluluk bulunmasına, tutuklamaya alternatif koruma tedbirlerinin bu aşamada sanık açısından yetersiz kalacağı” anlaşılmış.            

Bu kararı okuyan kaç kişi, aydınlandı? Sanık kim? Sanığa yüklenen suç ne? Bu suç, ceza hukukunda nasıl niteleniyor ki “vasıf ve mahiyeti” öncelikle ele alınıp dile getiriliyor? Bu suçun karşılığı olan hapis cezasının sınırları ne demek? Söz konusu sınırların dek düştüğü hapis cezası tek bir süre ile belirlenmemiş mi? Aralarında kalan süre ne kadar fark içeriyor?  Sanık hakkında mahkumiyet hükmü kurulacağı belli mi ki, hapis cezasından “olası” diye söz edilebiliyor? Peki, “katalog suç” ne demek? Bir suçun katalogda (ilgili listede) yer almasının tutuklama tedbiri bakımından yol açtığı bir sonuç mu var? Böyle bir suçun isnat edildiği kişi bakımından, dosyadaki (mevcut) delillerin, “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren bir olgu” olduğu mu kabul ediliyor? Katalog, kuvvetli suç şüphesinin varlığının devam ettiğini mi gösterir illaki? Böyle bir varsayıma dayanılarak, tutuklulukta geçen sürenin “makul” olduğu mu düşünülür?  İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ve ceza muhakemesini kurallarını belirleyen Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) ile böyle bir olanak mı sağlanır tutuklama kararını veren mahkeme ya da hakime? İsnat edilen suçun “ağırlığı” ne anlama geliyor? Ağırlık, sanığın kaçacağına ilişkin karine mi oluşturur ve varsa, böyle bir karineye uymak “zorunlu” mudur? Ceza muhakemesinde “karine” var mıdır? Tutuklamaya alternatif koruma tedbiri ne demek? Neden “bu aşamada” sanık hakkında bu tedbirlere uyulamıyor? Alternatif tedbirlere hangi koşullara bağlı olarak uyulabiliyor? Uyulursa, “yetersiz kalan” şey, koruma tedbiri mi? “Bu” aşamada yetersiz kalan tedbir, hangi aşamada yeterlilikten söz edilebiliyor?… Soruların listesi uzatılabilir.

Gerekçenin içi boşluğunun yarattığı yokluğa karşın kararın icrai niteliği

Kararı okuyan hukukçular için, bilinmedik, şaşılacak bir durum yok tabii ki. Muhakemeye konu dosya ile ilgili hiçbir somut/olgusal/bireysel  değerlendirme içermeyen bu tür gerekçeler için İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM),  “stereo tape” yani “basmakalıp” nitelemesi yapıyor. Biz uygulamacılar daha acımasız ve kaba bir dille, bu tür ifadelerin  “içi boş” olduğunu, İHAS, Anayasa ve CMK ile öngörülen “gerekçe” kavramı ile herhangi bir ilgisinin bulunmadığını söylüyoruz. Bize göre, bu tür kararlar, gerçek bir gerekçe içermedikleri için,  “gerekçesiz sayılmalıdır”. Gerekçesizlik ise, ceza muhakemesinde, karşı konulan/denetlenen kararın, hukuka “kesin (mutlak)” olarak aykırılık içerdiği durumlardan biri olup, düzeltilerek ya da bozularak ortadan kaldırılmasını gerektirir. Hukuka aykırı karar, itiraz ve istinaf yolunda, düzeltme  ya da kaldırılma ile “hemen”; temyiz yolunda ise derece mahkemesinin bozmaya uymasından sonra  “bütünü ile ve kesin olarak ortadan kalkar” (Nurullah Kunter, “Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi”, 7. Bası, Kazancı, İstanbul, 1981,  s. 863). Müdafilik görevi üstlenen avukatlarsa, bu sonucu bildikleri ve hedefledikleri için, hukuka aykırılığın denetimini önden yapan uzman muhakeme özneleri olarak; daha işin başındayken dahi, “içi boş bir gerekçe gördüklerinde”, kararın “gerçek” olmadığını, denetim sonucu ortadan kaldırılacağını ileri sürerek,  “yokluk” ile malul olduğunu söyleyerek soruna dikkat çekerler. Bir hakimin verdiği karara “yok” demek ayıplanabilir belki ama haksız tutuklamanın, ayıplanmanın ötesinde cezayı gerektiren bir suç olduğu düşünüldüğünde, gerekçesiz karar bakımından  “yokluk”tan söz etmek, ölçüsüz sayılamaz; en fazla, hukuki dille yapılmış bir ayıplama sayılabilir.

Peki bu arada ne olur? Hakkında tutukluluğun devamına karar verilen kişi, infaz kurumunda kapatılmış olarak yaşamaya devam eder. Hakkında İHAS md 6/2 ve Anayasa md 38/4 ile suçsuzluk karinesinin var olması, tutuklanmasını engellemediği; İHAS md 5/1-c ve Anayasa md 19/3 ile bir suçu işlediğinden makul nitelikte/kuvvetli derecede şüphe duyulmasına yol açan delillerin bulunduğu bir hakim kararı ile belirlendiği için,  tutuklu kişinin bu karara katlanma ödevi bulunmaktadır. Karar gerekçesiz ise, sözünü ettiğimiz katlanma ödevinin kişi üzerinde yaratacağı etkiyi tahmin etmek, içerde tutulmuş kişiler ya da yakınları ve bu durumdaki kişilere hukuki yardım sunan avukatlar için zor bir iş değil, üzücü de olsa.

Kapatılmanın etkilerini ve sonuçlarını anlamak için illaki daha önceden kapatılmış olmak gerekmemeli. Bu noktada hakim ve savcıların empati yeteneğinin geliştirilmesi için stajın bir bölümünde infaz kurumunda kapatılmaları yönünde öneriler bulunduğu akla geliyor ister istemez (gerekçesiz karar çokluğunu görünce). Böylelikle, gerçekten gerekmedikçe tutuklama kararı vermeyecekleri ya da tutuklama kararını ancak hukuken kabul edilebilir bir gerekçe yazabilecekleri hallerle sınırlı tutacakları  umuluyor.

İHAM içtihatlarına göre, hakim tutuklama kararı verirken, hangi olgulara dayanarak, hangi tehlikeleri önlemeye çalıştığını uygun bir biçimde ortaya koymalı; önyargı içermeyen bir anlatımda bulunmalı, genel  ve soyut gerekçeler kullanmamalıdır. Bu içtihatlara şu örnekler verilebilir: Letellier v. Fransa, (12369/86,  26.06. 1991); Smirnova v. Rusya, (46133/99, 48183/99), 24.07.2003; Giorgi Nikolaishvili v. Gürcistan (37048/04), 13.01.2009; Merabishvili v. Gürcistan(72508/13, 28.11.2017).

Tutuklama kararlarının “suçun vasıf ve mahiyeti” ya da “mevcut delil durumu”, “olası cezanın ağırlığı”, “suçun katalogda yer alması”  gibi stereo tape gerekçelere bağlanması, oldukça bayat, eski bir sorun ülkemiz için. En azından, bireysel başvuru yolunda üretilen içtihatları önemseyen, İHAM ve Anayasa Mahkemesi(AYM)’nin geliştirdiği standartlara göre hukuki değerlendirme yapmaktan sapmayanlar biliyor ve her fırsatta dile getiriyor bunları. İHAM’ın, “stereo tape” terimini Türkiye hakkında, 08.06.1995 günü  verdiği Mansur (16026/90) ile Yağcı ve Sargın (16419/90, 16426/90) kararlarında kullandığını okumuşum ilk kez. Bu kararların çevirilerden, İHAM’ın, söz konusu terimi, nezaket gösterip  “basmakalıp denmese de” kaydıyla kullandıktan sonra, “herhangi bir açıklama yapılmadan aynı sözcüklerin değişik zamanlara verilen tutukluluğun devamına ilişkin kararlarda gerekçe olarak gösterilmesi” diyerek açıklama yapmayı seçtiği anlaşılmaktadır.

“Stereo” sözcüğü ile tanışması, “teyp” olarak adlandırılan müzik aletlerinin kullanıldığı dönemlere rastlayan insanlardan biri olarak, ses teknolojisi ile ilgili olan bu kavramın hukukta da kullanılması çok ilgimi çekmişti bu kararları ilk okuduğumda. Sesin, hoparlörler yardımı ile yeniden üretildiğini biliyorum. Bu yazıyı hazırlarken de internete ve sözlüklere şöyle bir göz atıp, “stereo” sözcüğünün kökeninin Yunanca’daki “katı” ya da “üç boyutlu” anlamındaki  “stereos” sözcüğünden geldiğini, “stereofoni” sözcüğünün kısaltılmışı ve mono sesin karşıtı olarak kullanıldığını; “stereo etki” ile, “insan işitme duyusunun doğasına uygun, hoş bir izlenim vermek” amacının güdüldüğünü, bu amaca  -kafamızın sol ve sağ tarafında iki kulağımız olduğu için-, iki kanallı ses sistemi kurularak, hoparlörlerin teybe eşit uzaklıkta bulunan yerlere konulması ile ulaşıldığını öğrendim. “Stereofoni” kavramı, “kaydedilen veya radyo ile yayımlanan sesleri, ses kaynaklarının mekandaki dağılımına uygun olarak iletme tekniği” (TDK Sözlüğü, s. 2031)  olarak tanımlanıyor. Yazmaya  dönünce, ayrıntıları hemen unuttum. Anımsadığım belki de tek şey, bu işin, “hoş bir izlenim için ses dağılımını düzenlemek” uğrunda yapıldığı.

“Tape” ise, “bant, kayıt” sözcüleri ile karşılanıyor  ve “bir sesin daktilo ya da bilgisayar aracılığı ile yazıya geçirilmesine” “tape etmek” dendiğini biliyoruz.

Peki,  “stereo”  ve “tape” ikilisi ne işe yarıyor? Önceden kaydedilen bir sesin değişik zamanlarda dinlenmesi ile insanlar üzerinde aynı etkiyi yaratma eylemi için birlikte kullanılıyorlar anladığım kadarı ile. Tutukluluğun devamı kararları hakkındaki kullanımına ise, tutuklama nedenlerinde değişim olup olmadığı irdelenmeksizin, önceki kararlardaki gerekçelerin adeta “önceden basılmış/matbu” bir kalıp olarak, sonraki kararlarda yinelenmesi gibi durumlarda rastlıyoruz. Bir müzik eserini dinlemek için teybin düğmesine bastığınızda hep aynı sesleri aynı dizilim ve uyum içinde duyarız ya hani. İşte o halden bahsediliyor. Aynı saz, aynı ses, aynı türküyü duyuyor, dinliyoruz hep. Yeni bir düzenleme yok; başı sonu belli. Gerekçe diye yazılanlar değişmediği gibi, tutukluluk da sürüp gidiyor …

Kısa bir açıklama yapmak gerekirse; İHAS md 6 ile düzenlenen adil yargılanma hakkı kapsamındaki “hakkaniyetli/adil muhakeme” ilkesi içinde, mahkeme kararlarının “gerekçeli” olması gerektiği öngörülürken, hakkında işlem yapılan özne (şüpheli/sanık) bakımından, verilen kararın, dava dosyası içindeki somut verilere dayanılarak hazırlanmış “ilgili” ve “yeterli” açıklama içermesi amaçlanıyor. Anayasa md 141/3 ile mahkeme kararlarının, CMK md 34 ile hakimlik ve mahkeme kararlarının gerekçesi olması öngörülüyor. Bu kurallar “amir hüküm” niteliğinde ve istisna içermiyor.  Sıra tutuklama tedbirine geldiğinde, gerekçe gösterme yükümü Cumhuriyet savcılarına da yükleniyor. CMK md 101/1’e göre; savcı da tutuklama isteminde mutlaka gerekçesini, adli kontrol tedbirinin yetersiz kalacağını belirten hukuki ve fiili nedenleri açıklamak zorunda. Bu koşulları içermeyen bir istemin, hakimlik ya da mahkemece işleme alınmaması, bir tür “kabul edilemezlik” kararı verilerek, reddedilmesi gerekiyor. İstemi bu yönden reddetmeyip, şüpheli/sanığı sorgulayan ve hakkındaki delil ve olguları inceleyen hakim, yüklenen suçun işlendiği yönünde kuvvetli derecede şüphe oluştuğuna ikna olur ve tutuklama nedeni bulunduğu kanaatine ulaşırsa, tutuklama kararı verebilir. Ancak bundan önce, vereceği kararın “ölçülü” olup olmadığını da değerlendirmek zorunda. CMK md 100/1-ikinci cümlede bu noktada,  “işin önemi” ve “verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri”  ölçütleri sayılmış ve ölçülülük yoksa, amaç ile araç arasında uyumsuzluk var ise, tutuklama tedbirine başvurulması, “verilemeyeceği” emri ile yasaklanmıştır.  Verilebilecek olan karar, CMK md 109/1 ile “adli kontrol” olarak gösterilmiş, “tutuklanması yerine” denilerek, adli kontrolün tutuklamaya alternatif olarak öncelikle başvurulması gereken bir tedbir olduğu belirlenmiştir.

Hakimin tutuklama istemini kabul etmesi halinde ise CMK md 100 ile belirtilen, “kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedenleri” ile CMK md 109’da düzenlenen “adli kontrol” tedbirlerinin yetersiz kalacağını ortaya koyan “delilleri ve somut olguları” gerekçesinde açıklama görevi var. CMK md 101/2 ile hakime yüklenen bu göreve, verdiği bu kararın içeriğini tutukladığı kişiye sözlü olarak açıklamak da eklenmiş. Hukuk sistemimiz, “özgürlüğün asıl olduğu” ilkesine dayalı bir anlayışın ürünü olduğu için, hakkında kapatılma gibi çok ağır sonuçlar doğuran tutuklama tedbiri uygulanan kişinin aydınlatılması zorunlu kılınmış. Bu kişinin, hangi hukuki ve fiili nedenlerin  “savunmasında dile getirdiği hususlara karşın” üstün geldiğini, hangi somut davranışının ya da içinde bulunduğu olgusal durumun serbest bırakılmayıp kapatılmasını gerektirdiğini  anlaması gerekiyor. Kişinin bunu anlaması, kararın gerekçesinin ayrıntılı değerlendirme içermesi, sözlü ve yazılı olarak aydınlatılması, yani kendisine “anlatılması” yolu ile sağlanabiliyor.

CMK md 101/2’de, hakimin, verdiği kararda, “delilleri somut olgularla gerekçelendirmesi” denmiş ama bu noktada CMK md 100/1-2 normları gözardı edilmemeli. Çünkü, burada geçen “somut delil” terimi,  “yüklenen suçun şüpheli/sanık tarafından işlendiği yönünde kuvvetli derecede şüphenin varlığı” ile ilgili iken;  “somut olgu” terimi ile “şüpheli/sanığın kaçması, saklanması ya da kaçacağı yönünde şüphe uyanması” ile ilgilidir. Yasa, “delil” ile “olgu” arasındaki farkı açıklamamışsa da, her ikisi için de “somut olma”  koşulunu aramıştır. CMK md 100/2-b ile ise, şüpheli/sanığın davranışları” belirleyici olmaktadır; bu davranışların “delileri yok etme, gizleme veya değiştirme” ya da “tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma” yönünde “kuvvetli şüphe oluşturması” gerekecektir. Görüldüğü gibi, “kaçma tehlikesi” için “somut olgu” aranırken, “delil karartma tehlikesi” için somut olgudan ziyade olası bir tehlikeyi düşündürecek şekilde  “girişimde bulunma” denmekle yetinilmiştir.  Ama bu tehlikenin ancak şüpheli/sanığın davranışından kaynaklanması ve  basit derecede değil, kuvvetli bir şüphe doğurması aranmaktadır.

Bu düzenlemeler, bir hukuk devletinde görev yapan hakimin, bir kişi hakkında tutuklama kararı verebilmesinin çok sıkı koşullara bağlandığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Hakim, hem yüklenen suçun şüpheli tarafından işlendiğini gösteren delillerin varlığını saptamak ve bu noktada şüphe derecelendirmesi yapmak, hem de şüphe/sanığın hangi somut olgulardan dolayı kaçmış, saklanmış ya da kaçabileceği ya da hangi davranışlarından dolayı delil karartabileceği yönünde tehlike yarattığını ve bu tehlikenin derecesini açıklamak; açıklayamıyorsa, tutuklama istemini reddetmek zorundadır.

Unutulmamalıdır ki İHAS md 5 ve Anayasa md 19 ile düzenlenen “özgürlük ve güvenlik hakkı”, her ne kadar mutlak değil gibi gözükse de ancak yasa ile sınırlı sayıda gösterilen nedenlere ve önceden belirlenmiş usullere bağlı kalınarak sınırlanabilir. Bu başlık altındaki iki hak olan “özgürlük” ve “güvenlik”, birbirinin rakibi ya da karşıtı ya da dengeleyici unsuru olarak değerlendirilemez. Günümüzde güvenliğin sağlanması için özgürlüklerden feda edilmesi gerektiği yönündeki post-modern yaklaşımlarla, kişilerin olası tehlikelerden toplumun korunması amacı ile temel hak ve özgürlüklerinin sınırlanmasına rıza göstermesi sağlanmaktadır (iç güvenlik ile ilgili “sapma” oluşturan önemli değişiklikler getiren 6638 sayılı Kanun örneğinde olduğu gibi). Ancak, bu yaklaşımlar, İHAS md 5 ile korunmaya çalışılan “keyfiliğin önlenmesi amacı” ile uyumlu sayılamaz. Madde ile getirilen düzenleme dikkatle incelenirse, sınırlı sayıda neden ile sınırlanabilen hakkın “özgürlük” olduğu, “güvenlik” hakkının ise mutlak olarak korunduğu saptanacaktır. İHAM uygulamasına göre de “güvenlik”, özgürlüğün yorumlanmasında daima gözönünde bulundurulması gereken, onun kopmaz ve ayrılmaz bir parçasıdır. Bunun anlamı, kişilerin ancak sınırlı nedenlerle özgürlüklerinden yoksun bırakılabilseler de güvenliklerinin korunmasından asla vazgeçilmemiş olmasıdır. Öğreti ve içtihatlar ile, İHAS md 5/1-ilk cümle ve Anayasa md 19/1 ile getirilen  “herkes, kişi özgürlüğü ve güvenliğine sahiptir” yönündeki kayıtsız şartsız düzenleme ile, Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin hukuk sistemlerinin,  “özgürlük karinesi” esasına dayandırıldığı kabul edilmektedir.

Bu ilke ve normlara uygun biçimde yazılmış bir tutuklama kararına bakan her kişi, hangi delile dayanılarak suçluluğu yönünde kuvvetli derecede şüphe uyandığını, hangi olgusal durumlardan dolayı kaçma,  ya da hangi davranışlarından dolayı delil karartma tehlikesi yarattığı yönünde ciddi düzeyde tehlikeli görüldüğünü anlayacak, sorgusunda yaptığı savunmanın tutuklama tedbirine başvurulmasını neden önleyemediğini değerlendirebilecek, bu farkındalık ile itiraz nedenlerini ileri sürerek kararın hukukiliğinin denetimini isteyebilecektir. .Aksi halde, tutuklamanın hukuki denetimini isterken zorlanacak, bilmediği nedenlerle mücadele eder duruma düşebilecektir. Böyle bir durum ise, ceza muhakemesinde başvurulan en ağır sonucu doğuran tutuklama tedbirine yabancıdır. Hukuk devleti, bireylere özgürlüklerini koruma sözü vermiştir ve daha üstün yararlar için özgürlüğüne müdahale ettiği kişiyi bilgisiz bırakmaya cüret edemez. Tutuklama tecride dönüşemeyeceği için, bu tedbirin önünde ve ardında kişinin yakınlarına haber verilmesi, bir avukatın hukuki yardımından yararlanması, bir hekimin sağlık kontrolünden geçirilmesi güvenceleri de vardır. Ancak,  öncelikle kişinin  kendisinin -hem tutuklama öncesindeki sorgu işleminin başında, hem de tutuklama tedbirine başvurulduğunu gösteren kararda- aydınlatılması gerekir ki, nesne durumuna düşmesin.

Allahtan Dilek Ekmekçi, bir hukukçu; üstelik doktoralı ve ağırlıklı olarak ceza hukuku alanında çalıştığı biliniyor. Çok sayıda da müdafii var. Yoksa, yukarda ele aldığımız kararı anlaması için bir kullanılan bu şifreli dili bilen bir çevirmenin açıklamasına gerek duyacağına kesin gözü ile bakılabilir. Hukuk bilgisi ve deneyimi olmayan biri, bu kararı okuduğunda, Mahkemenin kendisi hakkında hapis cezası verdiğini ya da  ne kadar iyi savunma yapsa da ceza verilmesini önleyemeyeceğini düşünebilir. Ceza muhakemesinde “katalog” denen bir garabet olduğunu ve bu listeye takılırsa hakkında kaçacağı yönünde karine oluşacağını ve bu garabetin hakimin gerekçe yazma ödevini kaldırdığını ve illa ki tutuklanması gerektiğini sanabilir. Ama Dilek Ekmekçi, uygulama içindeki bir avukat. Uygulamada işyükü bahanesi ile (aslında gerekçe yazmayı ihsas-ı rey sayan anlayışa bağlı olarak) üretilen ve gerekçe yazmayı bilmeyen ya da reddeden hakimlerce kullanılan ve İHAM’ın “basmakalıp” dediği bu uyduruk açıklamalardan haberdar, “şifreli dili” biliyor. Kimbilir,  avukatlık mesleğini icra ederken yıllarca bu vb içi boş kalıpları ortadan kaldırtmak için ne dilekçeler yazmış, ne savunmalar yapmıştır. O nedenle, bu basmakalıp terimleri görünce şaşırmamış, tam tersine, bu terimlerin kullanılmasını “hakkında gerçekten tutuklamayı gerektiren olgusal durum olmamasının açık bir itirafı” olarak değerlendirmiştir. Bir türlü fırsat  bulamadım kendisini ziyaret etmeye. İlk fırsatta gidip ne düşündüğünü kendisinden dinlemek istiyorum, uygun görüp kabul ederse. Sonra da bu konudaki hukuki ve kişisel değerlendirmelerini Adalet Bakanlığı ile paylaşmasını önereceğim. Empati kurabilmeleri için henüz kapatılmasalar da, stajyer hakim ve savcıların bu tür yorumları okumalarında gerçekten  yarar görülebilir.

Karine kavramının, dayanaksız bir sapmaya yol açacak biçimde geniş yorumlanması

Kararın gerekçesizliği kadar, hukuken yanlış bilgiler içermesi ve bu bilgilerin, “tutukluluğun devamı kararı verilmesini zorunlu kılan nedenler” olarak gösterilmesi de oldukça dikkat çekici başka bir durum. Mahkemeye göre, sanığa yüklenen suçun niteliğine ve karşılığı olan cezanın ağırlığına bakılarak “olası ceza” dikkate alınmalıdır. Bu anlayışa göre, her ağır nitelikli/ağır ceza gerektiren suçla ilgili yargılamada tutuklama kararı verileceği gibi bir sonuca dahi ulaşılabilir. Ancak CMK ile kabul edilen sistemde, “özgürlük asıldır”, ağır suçlarda tutuklama tedbirine zorunlu olarak başvurulacağına ilişkin bir düzenleme yapılmamıştır. Tam tersine, mülga CMUK md 200 ile “son tahkikatın açılması kararı” başlığı altındaki düzenlemeye 1938 yılında 3515 sayılı Kanun ile  eklenen üçüncü fıkra ile, ilk tahkikatın sonunda sorgu yargıcının (bugün yürürlükte olan CMK’daki iddianame ve duruşma hazırlığı ile ilgili düzenlemelere benzer bir biçimde) yapacağı işler içinde, şüphelinin tutuklanmasına, tutuklu ise tedbirin devamına gerek olup olmadığına karar verirken, “ölüm veya ağır hapis cezasını müstelzim suçlar” bakımından, “tevkif kararı verir ve duruşma mevkufen yapılır” denmekle, tutuklama zorunluluğu getirilmişken, 1951 yılında çıkarılan 5695 sayılı Kanun ile önce bu fıkra, 1985 yılında çıkarılan 3206 sayılı Kanun ile de CMUK md 200 tamamen ilga edilmiştir. Bundan sonra da, tutuklama zorunluluğu getiren bir düzenleme yapılmamıştır.

Tam bu noktada, CMUK md 104 ile düzenlenen “tutuklama” tedbiri bakımından, 1961 Anayasası zamanında AYM’nin verdiği kararları da anımsamakta yarar görüyoruz. Anayasa md 30 ile özgürlük ve güvenlik hakkına getirilen sınırlama kuralı şöyledir: “Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler ancak kaçmayı ve delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadiyle veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunla gösterilen diğer hallerde hâkim kararı ile tutuklanabilir. Tutukluluğun devamına karar verilebilmesi aynı şartlara bağlıdır.”

Elazığ Asliye Ceza Mahkemesi’nce, sanığın “mağdurun hayalını tehlikeye düşürmüş bulunması ve çevrede asayişin bozuk olması” nedeniyle tutuklandığı bir davada itiraz yoluna başvurularak, CMUK md 104/3’ ile, “suçu işlediğine dair aleyhinde kuvvetli emareler elde edilen maznunun tevkif olunabileceği”  haller içinde sayılan “suç Devlet veya Hükümet nüfuzunu kırar veya memleketin asayişini bozan fiillerden bulunur veyahut adabı umumiye aleyhinde olursa” yönündeki kuralın, Anayasaya aykırılığı ileri sürülmüştür. AYM 19.02.1963 günlü ve 277/34 sayılı kararı ile her ne kadar söz konusu kuralı Anayasaya uygun bularak iptal etmemişse de, fıkrada belirtilen suçlar için dahi tutuklama tedbirine başvurulmasının zorunlu olmadığını, hakime takdir hakkı tanındığını belirtmiştir. Kararın gerekçesi şöyledir : “Esasen Anayasa koyucusu, tutuklamayı gerektiren hallerin yalnız kanunla belli edilmesi lüzumu ile yetinmemiş, tutuklamanın her halde bir hâkim kararına dayanmasını da bir teminat hükmü olarak şart kılmıştır. Bir olayda tutuklamayı gerektiren hallerin mevcut olup olmadığı, bağımsızlıkları Anayasa ile sağlanmış hâkimler tarafından tâyin ve takdir olunacaktır.”

AYM kararının bir diğer önemi, incelenen normun hazırlanma sürecini de gözetmesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre, Anayasa Komisyonunda hazırlanan metnin ilk halinde, tutuklama tedbirinin yalnızca  “kaçmak veya delilleri yok etmek veya değiştirmek” hallerinde verilebileceği öngörülmüştü. Ancak  Temsilciler Meclisi’ndeki tartışmalar sonucu, söz konusu koşullar gerçekleşse bile hakimin takdiri başka yönde olursa, “bir katilin bile tutuklanamayacağını ve memleketin huzur ve asayişini bozduğu açıkça görülen böyle bir kimsenin serbest bırakılmasının mahzurları” ileri sürerek, belirtilen suçlar için de tutuklama kararı verilmesinin  yolu açılmıştı. Bu tartışmalara katılan Komisyon  Sözcüsünün, ilk metni savunurken İHAS md 5/1-c’ye atıf yapması ve uygulamada “tutuklama müessesesinin çok kötüye kullanılmış olduğuna”  ilişkin örnekler vermesi oldukça manidar. Şöyle demiş : “İstiyoruz ki bu memlekette tevkif müessesesi artık kötüye kullanılmasın. Evet, bunun en büyük teminatı mahkeme istiklâlidir. Ama biz bu hususta daha da hassas davrandık.”

AYM’nin aynı madde ile ilgili olarak bu kez TİP milletvekillerince yapılan başvuru üzerine yaptığı soyut norm denetimi sonunda verdiği 13.05.1963 günlü ve 200/110 sayılı kararı da anmadan geçmeyelim:

“Toplumun gerçek ihtiyacını göz önünde tutan Anayasa’mızın kabul ettiği bu esasa göre Mahkememizin, iptal konusu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 104 üncü maddesinin 3 numaralı bendindeki hükümlerin, tutuklamayı zorunlu kılan sebeplerden sayılıp sayılmayacağını incelemesi gerekmektedir. Memleketin huzur ve asayişini bozan fiillerde olduğu gibi bazı ahvalde Devletin varlığına yöneltilen ve bazan da hükümet faaliyetini felce uğratan ve memleket bünyesinde ağır tahribat yapmak istidadında olan Devlet ve Hükümet nüfuzunu kıran nitelikteki suçların ve yine toplum gelenekleri ve telâkkileri bakımından işlendikleri zaman muhitte önemli tepki ve sarsıntılar husule getireceği şüphesiz olan umumi adap aleyhinde işlenen suçların failleri hakkında tutuklama zorunluğu olabileceğinde tereddüt edilmemesi gerekir. Esasen kanun bu hususta hâkimi tamamen serbest bırakmamıştır. Kanun; verdiği bu ölçü dahilinde tutuklamayı gerektiren vakıa ve hallerin nelerden ibaret olduğunu kararında belirtmeğe hâkimi mecbur tutmuştur. 104 üncü maddenin birinci fıkrasında (Suçu işlediğine dair aleyhine kuvvetli emareler elde edilen maznun aşağıda yazılı hallerde tevkif olunabilir) denmekle tutuklama mecburiyeti esası kabul edilmemiş olduğuna göre, Anayasa ile bağımsızlıkları sağlanmış olan hâkimlerin, kendilerine Verilen görevleri yerine getirirken Anayasa’nın kişi hürriyetine verdiği önemi gözönünde tutarak, takdirlerini Anayasa’nın ruh ve amacına uygun şekilde kullanacakları şüphesizdir.

Suçun ağır cezalı cürümlerden olması halinde sanığın daima kaçacak sayılmasını kapsayan bu hüküm bir tutuklama sebebi değildir. Bu hali kanun kaçmaya karine saymıştırBu karinenin aksinin de kabul olunabileceğini ve aksinin kabul edilmesinin tutuklamanın kişileşmesine yol açacağını ve bunun da kişi hürriyeti bakımından büyük bir tehlike teşkil edeceğini (Ceza Muhakemesi Hukuku) eserinin 420 nci sayfasında belirten Prof. Nurullah Kunter’in bu görüşü Mahkememizce de benimsenmektedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, tutuklama mecburiyeti olmadığından ağır cezalı suçlarda sanığın her halde tutuklanacağı yolunda bir sonuca varılamaz.”

Kararda atıf yapılan Nurullah Kunter, anılan eserinin, (AYM kararları sonrasında) 1964 yılında yayımlanan ikinci baskısında, “Anayasada mecburilik veya ihtiyarilik konusunda bir hüküm yoktur. Kanunumuz, kişi hürriyetine büyük değer verdiği için, kanuna yazılı hallerde bile tutmayı mecburi kılmamıştır. Tutmanın ihtiyari olması, kanunda yazılı tutma sebepleri bulunsa dahi, hakimin tutma kararı vermeğe mecbur olmayıp, tutmanın gerçekten zorunlu olup olmadığını takdir etmesi demektir”   yönünde değerlendirme yaparak, AYM’nin aynı yöndeki 26.11.1963 günlü 197/166 ve 143/167; 02.12.1963 günlü ve 136/285 sayılı kararlarına atıfta bulunmuştur (Kunter, a.g.e, s. 466).

AYM Başkanı Sunuhi Arsan’ın muhalefet şerhinde, tutuklamanın sadece bir tedbir olduğuna, ceza niteliği taşımadığına dikkat çekilerek, şu değerlendirme yapılmıştır. “Tutuklama sebepleri, kaçmayı veya delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek gibi soruşturma ile ilgili olacaktır. Yoksa, Hükümet nüfuzunu kıran veya memleketin asayişini bozan fiillerden bulunması gibi soruşturma ile alâkası bulunmayan umumi sebeplere dayanılarak yapılan tutuklamalar cezai bir nitelik taşır. Anayasa Komisyonu tasarısında da yok iken Genel Kurulda (Veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunla gösterilen diğer hallerde) şeklinde yapılan ilâvenin de yine soruşturma ile ilgili olması gerekir. Aksi halde bu sebeplerin bir değiştirmeye tabi tutulmaksızın olduğu gibi alınması icap ederdi. Esasen bu sebepler bizim de kabul ettiğimiz Avrupa İnsan Haklarını ve Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesinde de yoktur.”

AYM başkanı ve diğer muhalif üyelerin görüşü, ancak 29 yıl sonra etkisini gösterebilmiş ve 1992 yılında çıkarılan 3842 sayılı Kanun ile CMUK md 104’den belirtilen suç tipleri bakımından tutuklama kararı verilebileceği yönündeki  düzenleme, “tutuklamanın ancak zorunlu hallerde başvurulan bir  tedbir olduğu, aslolanın yargılamanın tutuksuz yapılması olduğu, geniş yoruma müsait bazı hallerin tutuklama sebepleri arasından çıkarıldığı” yönündeki gerekçe ile ilga edilmiştir.

1929’dan 31.05.2005’e dek yürürlükte kalan CMUK döneminde, ağır cezalık suçlarda sanık hakkında tutuklu duruşma yapılması zorunluluğunun 1951 yılında yasa ile kaldırıldığı, 1963 yılında tutuklamanın zorunlu olmadığı ve belli koşullara bağlı olarak hakimin takdirine bırakıldığının AYM kararı ile belirlendiği, bazı suç tipleri  için geniş yorum yapılarak tutuklama olanağı sağlayan normun 1992 yılındaki yasadan çıkarıldığı ve 01.06.2005’den bu yana yürürlükte olan CMK ile  söz konusu düzenlemelere yer verilmediği bir ülkeyiz. Ancak, CMK md 100/3 ile, listelenen bazı suç tipleri bakımından “tutuklama nedeni var sayılabilir” yönünde düzenleme bulunması, hakime tanınan takdir yetkisine karşın, AYM’nin 1963 yılındaki kararında, kanunda gösterilen bazı suç tipleri bakımından “tutuklama zorunluğu olabileceğinde tereddüt edilmemesi gerekir” yaklaşımını yeniden diriltmiştir. Uygulamada, bu norma dayanılarak, yüklenen suçun yer aldığı durumlarda, hakkında kuvvetli belirti bulunan şüpheli/sanık bakımından, ayrıca tutuklama nedeninin bulunduğuna ilişkin bir inceleme yapılmadan ve gerekçe açıklanmadan, bu nedenlerin bulunduğu “varsayılarak” tutuklama kararları verilmektedir. Bu durumda, ağır cezalık suçların ve örgütlü suçların önemli bir kısmında kaçması ya da delil karartması söz konusu olmayan kişilerin özgürlük ve güvenlik haklarının ihlal edildiği görülmektedir.

Dilek Ekmekçi hakkında ağır ceza mahkemesince halen sürdürülmekte olan davanın iddianamesine bakıldığında, TCK md 314/2 ile düzenlenen “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçunun yüklendiği öğrenilmiştir.  Tutukluluğu, bu suçun “ağır cezalık olması” ile açıklanamaz. Bu tür suçlar için tutuklama zorunluluğu  içeren hükmün ilga edilmesi üzerinden 74 yıl, tutuklamanın ancak hakimin delilleri takdir edip gerekçe yazması sonucu verilebileceğinin AYM tarafından belirlenmesinin üzerinden 61 yıl, devlete ve hükümete karşı suçlar bakımından tutuklama olanağı getiren düzenlemenin ilga edilmesinin üzerinden ise 32 yıl geçmiştir. Hafızalı bir hukuk dünyasında, bu değişimlerin yarattığı önemli izler ve kazanımlar gözardı edilemez. Bugün için   ne suçun tipi ya da ağırlığına ya da  olası cezasına bakılarak tutuklama kararı verilmesi hukuka uygun düşer. Tutuklama tedbirine, suç tipi ne olursa olsun ancak kuvvetli belirti elde edilen  dosyalarda başvurulabilir.

Bir mahkeme, verdiği tutukluluğun devamına ilişkin bir kararda, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğini gösteren ve bu yönde kuvvetli derecede şüphe uyandıran delillerin neler olduğunu göstermiyorsa, somut olgusal durumları ele alıp değerlendirmiyorsa, yalnızca “olası ceza” işaret edilerek tedbire başvurulduğunu açıklıyorsa; geleneksel yaklaşarak delil değerlendirmesini kovuşturma sonunda kuracağı hükümle birlikte açıklamak eğiliminde olduğu, bundan önce delil değerlendirmesi yapmayı ihsas-ı rey olarak algıladığı tahmin edilebilir.  Belli ki mahkeme,  tutuklama tedbirinin yüklenen suçun ağırlığı karşısında “ölçülü” olabileceğini söylemeye çalışmaktadır. Hatta belki de -duruşmada yaşanan gerginliklerden olsa gerek-  bunu da layıkıyla açıklayamadığı tahmin edilmektedir. Nitekim, CMK md 100/1-ikinci cümle ile getirilen ölçütler içinde yüklenen suçun cezası da bulunmaktadır. Ancak,   ölçülülük,  İHAM’ın Labita v İtalya (26772/95, 06.04.2000) kararında da belirtildiği gibi, bireyin özgürlük ve güvenlik hakkı karşısında daha ağır basan gerçek bir kamu yararının bulunması ile ilgili olarak tartışılmalıdır.

Yine, mahkemelerin, katalog suçlar söz konusu olduğunda, sanık hakkında tutuklama nedeni bulunduğunun varsayılabileceğine ilişkin normu, bir “karine” olarak değerlendirdiği de bilinmektedir. 10.01.2025 günlü kararda da karinelerden söz edilmektedir. Dilek Ekmekçi’ye yüklenen suça CMK md 100/3’deki katalogda yer verilmiş olması, Mahkemeye göre, sanık hakkında çeşitli karinelere yol açmaktadır. Karardaki anlatıma göre, bu karine, hem “mevcut delillerin kuvvetli suç şüphesi oluşturduğu ve bu şüphenin hala sürmekte olduğu”, hem de   “sanığın kaçacağı” yönünde varsayımlarda bulunulmasını sağlamaktadır.  Ancak, bu anlatım, hatalıdır ve CMK md 100/3’deki, katalogdaki suçlar bakımından bazı belirsiz durumlarda tutuklama nedenlerinin varsayılabileceği yönünde mahkemelere takdir hakkı tanınmasından ibaret olan düzenlemeye açıkça aykırıdır. Tutuklama nedenleri, sanığın kaçma ya da delil karartma tehlikesi yaratmasından ibarettir. Söz konusu norm, katalogdaki suçlar bakımından hakimlerin bazı istisnai hallerde sanığın kaçtığını/kaçabileceğini ya da delil kararttığını gösteren somut olguları gösterme yükümünü yerine getirmeden, bu konularda varsayımsal değerlendirme yapmasına olanak sağlar. Yoksa, tutuklama tedbirine başvurmanın temel ve zorunlu koşulu olan, “yüklenen suçun sanık tarafından işlendiği yönünde kuvvetli derecede şüphe doğuran somut delil bulunması gerektiği” yönündeki kuralı ve hakimin bu koşulun varlığını gösteren somut delilleri gerekçesinde açıklama ödevini ortadan kaldırmaz.

Nitekim, İHAM içtihatları ile de, belli koşullara bağlı olarak tutuklama tedbirine zorunlu olarak başvurulması tek başına İHAS md 5/1-c’ye aykırı bulunmamaktaysa da  (Ilijkov v. Bulgaristan (33977/96),  26.07.2001); özgürlük karinesinden  ayrılmanın ve hakimin tutuklama nedenlerinin araştırması gibi ödevlerinin gerekli görülmemesine yol açan istisnai durumların ikna edici biçimde açıklanması öngörülmektedir (Contrada v. Italya (92/1997/876/1088, 24 .08.1998).

Ortada kuvvetli suç şüphesi doğuran somut delil yoksa, hiç kimse tutuklanamaz, kaçsa da, delil kararsa da. Bu nedenle, yüklenen suçun katalogda olmasına bakılarak, sanık hakkındaki delillerin kuvvetli suç şüphesi oluşturduğuna ilişkin karine doğduğundan söz edilmesi absürt bir durumdur, hukuka yabancı bir uygulamadır, abesle iştigaldir. Anayasa md 19/3 ile de, “kuvvetli belirti” kavramı kullanılmış, tutuklama tedbirine başvurulması için gerekli koşul olarak, “yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğini kuvvetli derecede şüphe uyandırarak gösteren delil elde edilmesi” gösterilmiştir. Kuvvetli şüphe doğuran delil yok ise, tutuklama nedenlerinin varlığı araştırılmaz. Ayrıca, Anayasa md 19/3 ile yalnızca “kaçma, delilleri karartma vb gibi hallerde tutuklama tedbirine başvurulabileceği öngörülmekte olup, bu hallerin varsayılacağı ya da yasa ile karine kabul edileceğine ilişkin bir düzenleme yapılmamaktadır. Bu maddede geçen “kanunda gösterilen diğer haller” ibaresinin, varsayıma yol açacak kadar geniş yorumlanması atıf yaptığımız AYM kararlarına, zaman içinde  CMUK’da yapılan değişikliklere açıkça aykırı düşmekte, CMK sistemi içinde çelişki yaratmaktadır.

Dilek Ekmekçi hakkındaki tutukluluğun devamına karar veren Mahkemenin, tutuklama tedbirine başvurmak için zorunlu olan ve önkoşul (kuvvetli belirti) ile, bu koşula ek olarak, yeterliliği sağlayan koşul (tutuklama nedeni) kavramlarını birbirine karıştırdığı anlaşılmaktadır.

CMK md 100/3’deki katalog, her ne kadar hakime tutuklama nedenlerini varsayabilme ve kararın gerekçesinde somut olarak gerekçe göstermeme yönünde bir takdir hakkı sağlıyorsa da, bu yola istisnai hallerde başvurulması, salt suçun katalogda yer almasından bahisle gerekçe göstermekten vazgeçilmemesi, hukuk devleti ilkesi ile daha uyumlu düşmektedir. İHAM’a göre, W. v. İsviçre (14379/88, 26.01.1993) ve Neumeister v. Avusturya (1936/63, 27.06.1968) kararlarında belirtildiği gibi, suçun ciddiliği/ağırlığı (katalogda yer verilmesi) değil,  şüphelinin kaçacağını gösteren somut nedenler tutuklamaya dayanak olarak gösterilmelidir.

İHAM, Buzadji v Moldavya (GK, 05.07.2016, 23755/07) davasında içtihat değişikliğine giderek, ilk tutuklama kararında dahi kaçma ve delil karartma tehlikesini açıklayacak biçimde ilgili ve yeterli gerekçe gösterilmesini aramaya karar vermiştir.  Bu içtihat ile, tedbirin “kapatılma” gibi çok ağır sonuçlar doğurduğu dikkate alındığında, tedbire ilk olarak başvurulması sırasında yaşanan bazı belirsizliklerin dahi hoşgörülemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu içtihada göre, kataloğa sığınılarak gerekçesiz biçimde tutuklama kararı verilmesine yönelik uygulamanın istisnai haller için dahi savunulmasından vazgeçilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Diğer yandan, katalogdaki suçlar bakımından tutuklama nedeninin “varsayılabileceği” ile ilgili normun, bir “karine” olarak değerlendirilmesi de hatalıdır.  Bilindiği gibi “karine” kavramı, “aksi sabit olana dek, bir bilginin doğru kabul edilip, işleme esas alınması; ipucu, belirti” olarak tanımlanmaktadır (TDK Sözlüğü, s. 1221; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 35. Basım, 2023, s. 565). Uygulamada, karinelerin, tahmine, genellikle karşılaşılan yaşam deneyimlerine dayandırılabildiği görülmektedir. Ancak, ceza muhakemesinin amacı, “maddi gerçeği bulmak” olarak tanımlandıktan sonra, her biri ile temel hak ve özgürlüklere müdahale edilme sonucunu doğuran koruma tedbirlerine tahmine/varsayıma/karineye dayalı olarak başvurulabileceğinin ileri sürülmesi, muhakemenin genel amacı ile çelişki oluşturacaktır. Kaldı ki, tutuklama tedbiri ile, Anayasa md 19 ile güvence altına alınan “özgürlük ve güvenlik hakkı”na yapılan müdahale, sıradan bir kısıtlama değil, özgürlüğünden “yoksun bırakma” olarak tezahür etmektedir.

Ceza muhakememizde yalnızca “suçsuzluk karinesi” (Anayasa md  38) tanınmış olup, CMK md 100/3’deki katalog ile hakime tanınan takdir yetkisi, tutuklama nedeni olan kaçma ve delil karartma tehlikesi bakımından bir karine olarak değerlendirilmemelidir. Anayasa md 38/4’de, “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  denmekle, sanık lehine bir varsayımda bulunulmaktan öte, adli makamların gerçeği tam olarak araştırma ödevinin yerine getirilmesine ilişkin emir verilmekte, suç şüphesinin araştırılması bakımından kimseye bir takdir hakkı tanınmamaktadır. Anayasa md 38/4’de geçen “suçsuz sayılmama”; ister  “masumiyetin varsayılması“, ister “hüküm kesinleşmeden cezalandırılmama” olarak değerlendirilsin, değişmeyen sonuç, sanık konumundaki kişiye  hükümlü muamelesi yapılamamasıdır. Bu nedenle, tutuklamanın yalnızca delilin yitirilmesine ilişkin somut tehlikeleri önlemek için başvurulan bir tedbir olduğu unutulmamalı,  ortada henüz kurulmuş bir mahkumiyet hükmü yokken, olası cezadan ya da tutuklama nedeni bakımından istisnai haller için hakime tanınan bir takdir hakkından bahisle, kişilerin tutuklanması yönünde bir karine doğduğu ileri sürülememelidir.

Ceza muhakememizde, hakime gerekçesiz biçimde tutuklama kararı verme keyfiliği sağlayan herhangi bir karine bulunmamaktadır. Tam tersine, yukarda da belirtildiği gibi, CMK m 101’e bakılırsa, sanığın tutuklanması istemini ileri süren Cumhuriyet savcısına dahi hukuki ve fiili nedenleri gösterme ödevi yüklendiği, hakimin de bu istemin dayandırıldığı gerekçeleri sorgu işlemi başında sanığa açıklamakla görevli kılındığı  görülmektedir. İHAM, İHAS md 5/4 ile düzenlenen tutmanın hukukiliğinin denetimine ilişkin karşı koyma başvurusunun, İHAS md 6/1’deki “çelişmelilik” güvencesi ile değerlendirilmesini öngördüğüne göre, sanığın kendini savunabilmesinin ancak iddianın içeriğini ve delillerini bilerek mümkün olduğu, kapatılmış ya da kapatılması istenen bir kişinin hukuki yardım alsa dahi karinelerle mücadele etmesinin denkliği sağlayamayacağı ve hakkaniyete aykırı düşeceği düşünülmektedir.

Tutukluluğun devamı kararı, daha önce tahliye kararı veren mahkeme heyetinin eseridir. 

Dilek Ekmekçi hakkında 10.01.2025 günü verilen kararın, ilk tutuklama kararı olmadığını hepimiz biliyoruz. Karar, tutukluluk halinin devamına ilişkindir. Tutukluluğun devamı kararı da bir tutuklama kararıdır ve daha önceden verilen tedbirin denetlenmesine ilişkin de olsa, ilk tutuklama kararı ile aynı koşullara bağlıdır. Dönemsel aralıklarla re’sen ya da sanıkça her salıverme isteminde bulunulduğunda denetlenmesi gereken tutukluluk durumu, ancak tedbir için aranan tüm koşulların varlığını sürdürmesine bağlıdır. İHAM, ilk tutuklama kararından sonra aradan geçen zamanda delillerin toplanma olasılığının yükselmesi, sanığın kaçma riskinin düşmüş olması beklentisi ile değerlendirme yapılabileceğine, tutukluluktaki süre uzadıkça kaçma şüphesinin azalacağına dikkat çeker ve devam kararlarının daha özenli bir incelemenin sonucu verilmesini uygun bulur. Yine,  kaçma tehlikesinin tek başına tutukluluğun devamına gerekçe yapılamayacağını, bu tehlikenin adli kontrol vb başka araçlarla önlenebileceğini dile getirir . İlgili kararlara örnek olarak, İlgar Mammadov v. Azerbaycan  (15172/13, 22.05.2014), I.A.  v. Fransa (28213/95, 23.09.1998),  yukarda belirttiğimiz Neumeister v. Avusturya,   Agit Demir v Türkiye (36475/10, 27.02.2018), Selahattin Demirtaş v  Türkiye -No.2, (GK, 14305/17, 22.12.2020) sayılabilir.

Dilek Ekmekçi ilk kez mi tutuklandı? Hayır. İlk tutuklama kararında, hakkındaki suçlama TCK md 314/2 ile düzenlenen “silahlı terör örgütüne üye olmak” olarak nitelenmiş ise, bu suçu işlediği yönünde kuvvetli derecede şüphe uyandıran somut delil olarak ne gösterilmiş idi? Bilmiyoruz. Gösterilmiş olması gerektiğini biliyor ve bu sefer, biz bir “varsayımda bulunarak”, gösterilmiş olduğunu kabul ederek, akıl yürütmeyi sürdürüyoruz ve soruyoruz:  “O deliller neden 10.01.2025 günlü tutukluluğun devamı kararına da gerekçe yapılamıyor? Yoksa arada toplanan lehe deliller ve savunmasında ileri sürdüğü lehe hususlar o delilleri çürüttü mü?

Artık kuvvetli belirti kalmamışsa, zorunlu koşul ortadan kalktığı için tutuklama tedbirine  başvurulamaz. Delil varsa, 10.01.2025 günlü kararda da açıkça gösterilmeli ve neden/nasıl yüklenen suçun işlendiğini kuvvetli derecede gösteren şüphe oluşturduğuna ilişkin hukuki değerlendirme yapılmalıdır.

Belki de, yaşadığımız bu durum, Jane Caplan’ın “Nazi Almanyası” isimli eserinin son cümlesinde dile getirdiği gibi,  “farklı ve muhalif seslerin bastırılması”  ve  “bütün olumsuzlukları görmezden gelme arzusunun her zaman hissedilen çekiciliği” ile ilgilidir. Çoğunluk sessiz kalıp gerçeklerle yüzleşme çabalarına değer vermeyerek egemenlerin suç ortağı konumuna düşebilir. Ancak, kendi sesinin ve başkaca seslerin bastırılmasına razı gelmeyen; Dilek Ekmekçi’nin kendini, düşüncelerini ifade etmesine ve iddialarını ileri sürerek hak arama özgürlüğünü kullanmasına saygı duyulmasını dileyen; Dilek Ekmekçi’ye yönelen susturma, itibarsızlaştırma, etkisiz kılma amaçlı örgütlü kötülüğe karşı duran meslektaşları, görev başında!

Dilek Ekmekçi hakkındaki tutukluluğun devamına ilişkin kararda gerekçe yok ama söz konusu eksiklik, bu kararın kendiliğinden yok hükmünde sayılmasına yol açmıyor, yalnızca düzeltilebilir, kaldırılabilir kılıyor işlemi. Dilek Ekmekçi, düzeltilmesini ve kaldırılmasını istiyor tutukluluğun devamın ilişkin kararın. Ancak, Mahkemenin verdiği tutukluluğun devamına ilişkin karara itirazını inceleyecek (bir sonraki numaralı) mahkeme,  hakkında daha önce verilen salıverme kararına C savcısı tarafından yapılan itirazı kabul ederek yeniden tutuklama kararı verdiği için, 10.01.2025 günlü kararı kaldırması beklenen bir sonuç gibi gözükmüyor.

İtiraz, zaten işleyen bir yasayolu değil yerleşik adli kültürümüzde. AYM kararları ile de bu saptama yapılmış durumda. Mahkemeler bu işi, bir yük olarak görüp yeterli inceleme yapmadan gerekçesiz olarak red kararları veriyorlar. İtiraz merciinin bu koşullarda salıverme kararı vermeyeceğini tahmin ediyoruz. Karine, yaşamda sıklıkla karşılaşılan durumlara bakılarak tahminde bulunma yolu ile kabul edilen bir esas ise, şimdi verili koşullardaki tahminimize göre,  somut durumda tahliye edilmeme/tutuklama karinesi mi var diyeceğiz?

Dilek Ekmekçi, “varsayılan bir nesne” değil, gerçek, capcanlı bir insan; varlığı “karine değil”.

Özgürlük asılsa, Dilek Ekmekçi’nin de özgürlük ve güvenlik hakkı var ise, avukatlık bürosunun ve konutunun adresi belli ise, kaçarken yakalanmamışsa, hangi delili kararttığı/karartacağı gösterilemiyor ise, neden kapatıldığı da açıklanamıyor demektir.

Söylenecek son söz şunlar olabilir mi?

-ÖZGÜRLÜK ASIL, GÜVENLİK MUTLAK BİR HAKTIR!

-ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK HAKKI, HEMEN VE ŞİMDİ İADE EDİLMELİDİR !

-KARİNELERE YA DA VARSAYIMLARA DAYANILARAK HİÇKİMSE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILAMAZ.

-YÜKLENEN SUÇUN SANIK TARAFINDAN İŞLENDİĞİNİ GÖSTEREN OLGULAR BULUNDUĞU ANCAK SOMUT DELİLLER İLE İSPAT EDİLEBİLİR,  SANIK HAKKINDA KUVVETLİ BELİRTİ BULUNDUĞU VARSAYILAMAZ.


https://www.hukukpolitik.com.tr

Hits: 657