MİTOLOJİ'DEN GÜNÜMÜZE SAVUNMA
Mitolojide evrenin ilk yargıcı şeytan. Tanrı cinler arasındaki sorunları çözmek üzere şeytanı görevlendirmiş. Şeytan uzun bir süre hem yargıçlık ve hem de hakemlik yapmış. Şeytanın bu görevi insanın yani Adem’in yaratılışı ile son bulur.
Diğer yaratıklar melekler ve cinler Adem’e saygı gösterirken Şeytan Adem’i kabullenememiş ve insanların tanrının yasalarına karşı geleceklerini ispatlayacağına dair Tanrı önünde yemin etmiştir. Tanrı Adem’e uyması gereken kuralları bildirmiş, Hayat Ağacı’nın meyvesini asla yememesi gerektiğini bildirmiştir. Adem’in yalnızlığını fark eden Tanrı, ona bir arkadaş gönderir. Bu arkadaş Havva’dır. Şeytan Havva’yı hayat ağacının meyvesini yemeye ikna etmeye çalışır ve sonunda başarır. Havva Şeytan’a inanır ve yasak ağacın meyvesini yemeye karar verir, güzel sözlerle Adem’i de ikna eder ve Hayat Ağacı’nın yasak meyvesi elmayı yerler. Tanrı suçu tespit eder ve evrenin ilk suçluları Adem ve Havva’yı cennetten kovarak dünyaya gönderir. Suçun cezası öncelikle cennetten kovulmak dünyada yaşamaktır. Ayrıca Adem’e ömür boyu çalışma Havva’ya da acılı ve zorlu bir iş olan çocuk doğurma cezası verir. Adem ile Havva’nın Kabil ve Habil isimli iki erkek evlatları olur. Kabil tarım, Habil hayvancılık işi ile uğraşmaktadır. Tanrıya armağan olarak hayvan adakları daha bir beğenildiğinden Kabil Şeytan’ın da kandırmasıyla kendisinden sonra dünyaya gelen Habil’i kıskanır ve onu öldürür.
İşte bu olay evrenin ilk cinayetidir. Adem Kabil’i cezalandırır. Adem “Kabil sossuza kadar rahat yüzü görmeyesin. Kendi kendine korku kapılarını açtın. Git, hiçbir zaman huzur bulma! Gördüğün hiçbir canlıdan emin olma. Hayatın sana zindan olsun.” sözleriyle cezayı açıklar. Cezaya göre Kabil ana ocağından kovulmuş yalnızlığa mahkûm edilmiştir. İşte bu ilk suçun cezalandırılması ile birlikte insanoğlunun adalet arayış serüveni de başladı.
Antik Yunan mitolojisinde Adaletin kararlaştırılıp dağıtıldığı mekân Tanrıların dağı Olympos’tur. Tanrılara ve insanlara adalet dağıtan onları yargılayan ve cezalandıran tanrı Zeus’tur. Adalet tanrıçası ise Themis’tir. Themis Olympos’taki tanrıların toplantılarında başkanlık yapar, Zeus’a öğütleri ile yol gösterir, kararlarında adil olmaya zorlar, adaletin eşit olarak dağıtılmasına çalışırmış.
Günümüzde de adalete verdiği önemden dolayı tüm dünya hukukçularınca saygı duyulan kadındır. Sanatçıların kimisi kıvrak ince belli bir Themis, kimisi de olgun ve ciddi görünümlü bir kadın olarak tasvir etmişlerdir. Themis tasvirleri ülkeden ülkeye değişmektedir. Gözleri bağlı Themis tasvirleri olduğu kadar açık olan tasvirler de vardır. Bir elinde kılıç, bir elinde terazi ile adaleti simgeleyen Themis tasvirleri hemen hemen bütün adliye binalarında, yargıç odalarında ve avukat yazıhanelerinde resim veya heykel olarak bulunmaktadır. Bunu hukukun adil olmasına yönelik kuvvetli bir arzunun, ortak bilincin varlığında aramak gereklidir.
Themis’in terazisi eski Mısır mitolojisinden gelmektedir. Mısır mitolojisinde Osiris’in hüküm salonunda yer alan terazi Yunan Mitolojisinde adalet aracı olarak yer almıştır. Themis bu terazi ile hakları tartmakta ve hakkı sahibine teslim etmektedir. Themis’in elindeki kılıç ise adaletin ancak güç ile yerine getirilebileceğini göstermektedir. Gelişen adalet anlayışı zamanla Themis’i gözleri bağlı olarak tasvir etmiştir. Bunun temel nedeni de adaletin eşit olarak dağıtılması gereksinimidir.
Yunan mitolojisinde savunma görevini üstlenenler, Zeus’un kızları olan Litai’lerdi. Yargıçlara, “suç işleyenlerin kandırıldıklarını” anlatıyorlar ve Zeus’tan onları bağışlamasını talep ediyorlardı. Bu yüzden, avukatlık mesleğinin ilk temsilcileri olarak kabul edildiler.
Kötü ruhlu, kışkırtıcı, günaha ve suça teşvik edici olduğu için Suç Tanrıçası olan Ate’nin kız kardeşleri olan Litai’ler, hem iyilerin savunucusu, hem de suç ve günah işleyenler adına af dileyiciydiler. Litai’lerin Ate’nin etrafında dönmelerinin nedeni ise onun insanları suça ve günaha teşvik etmesine engel olmaktı.
Çirkin görüntülerinin aksine yüce bir ruhla görev yapan Litai’ler, günümüzde Avukatların yaptıkları şeyi yapmışlar, yani insanları suç ve cezanın dehşetinden korumaya, onları savunmaya çalışmışlardı.
M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olduğu bildirilen Homeros’un ölümsüz eseri İlyada’da Litai’ler (Avukatlar) şöyle anlatılır;
Gün olur yanılır, suç işler insanlar,
Güzel adaklar, sunularla yalvarırlar,
Kurban yağlarıyla yumuşatırlar tanrıları
Ulu Zeus’un kızlarıdır Litai’ler,
Topal, yüzleri buruşuk, gözleri şaşı,
Koşarlar Suç’un arkasından dertli dertli,
Ama güçlüdür, çevik ayaklıdır Suç,
Litai’lerden çok önde koşar,
İnsanlara kötülük ede ede dolaşır yeryüzünü,
Litai’ler ise yetişir, kötülüğü düzeltmeye kalkarlar,
Dinlerler kendilerine saygı gösterenleri,
Onlara yardım ederler canla başla,
Kulak asmayan olursa, yalvarırlar Zeus’a,
Suç takılsın ona, ettiğini bulsun derler.
ESKİ YUNANDA SAVUNMA;
Eski Yunan'da önceleri, taraflar hâkim önüne bizzat gitmeye mecburdular. Sanıkların yakın dost ve akrabalarının yardım etmesi ve tarafın açıklamasını tamamlaması imkânı da tanınmakta idi. Bu kişilerin hür ve erkek olmaları şarttı. Bu savunmanlara SYNGORE ismi verilmiştir. Daha sonraki zamanlarda, taraflara dışarıda önceden yazılı savunma hazırlayan ve "LOGOGRAPHES" (yazıcılar/arzuhalciler) adı verilen yardımcılar ortaya çıktı. Bunlar, hâkim önünde söylenecek olan sözleri, ücreti karşılığında yazılı olarak taraflara verir, taraf da bunları ezberleyerek hâkim önünde tekrar ederdi.
İlerleyen dönemde tarafların, aldıkları metinleri yeterince ezberleyememeleri, unutmaları veya şaşırmaları nedeniyle, logograflar (yazıcılar), tarafların yanında bulunmaya başladılar. Bunların hazırladıkları dilekçeler, davaya giriş niteliğini taşıyor ve tartışmalar bunların üzerinden yürütülüyordu.
Logograflar, giderek "avukat" haline geldiler ve ilk baro Atina'da kuruldu. Hür kişiler avukatlık yapabilirlerdi ve esirlere (kölelere) bu hak tanınmamıştı; zira böylesine asil bir görevi, esirler yerine getiremezdi. Mahcup olmaları sebebiyle kadınlar da baroya kabul edilmezlerdi.
M.Ö. 600’ lü yıllarda yaşayan o dönemin ünlü avukatları Solon ve Dragon Atina Barosuna oldukça sert önlemler getirerek, ana babalarına saygısızlıktan cezalandırılanlar, vatan savunmasını veya bazı yasal görevleri yerine getirmekten kaçınanlar, ahlâka aykırı işlerle uğraşanlar, sefahat yerlerinde görülenler, miras yoluyla kendilerine intikal eden serveti lüks içinde yiyip bitirenlerin savunman olamayacaklarını bildirmiş, savunmaya çeki düzen verilmişlerdir.
Eski Yunanda mahkeme önünde "hitabet", çok önemli bir yer tutmaktaydı. Duruşmaya her iki tarafın yakınları da gelirdi, bu suretle itham ve savunmaya ağırlık verilmesi sağlanırdı. Duruşma başlamadan önce, konuşmacılara davayı kazanmak için heyecan doğurucu harekette bulunmamaları uyarısı yapılırdı ve konuşmacıların hakarete kaçmamaları, acı söz söylememeleri, duruşmadan sonra taşkınlık yapmadan çekilip gitmeleri ve etraflarına kalabalık toplamamaları şart koşulmuştu. Zamanla hitabette sınırlama ihtiyacı duyuldu. Konuşma süreleri üç saatle sınırlandı, hatta çok sıkı kurallara gidildi.
Bu sınırlamanın bir vesilesi olarak şöyle bir olaydan söz edilmektedir: "Ahlâk dışı davranıştan sanık (güzel bir kadın olan) Pryne adlı birinin savunmasını yapan avukat (Hyperides), mahkeme (Aeiopag) önünde müvekkilesinin göğüslerini örten tülü yırtmış, kadının güzelliğinin etkisi altında kalan hâkimler beraat karan vermişlerdi". Bu skandaldan sonra, savunma (hitabet) daha sert tedbirlere tâbi tutuldu; hatiplerin hâkimlerde merhamet veya nefret uyandırmaya yönelik konuşmaları yasaklandı ve hatta konuşmalarıyla hissi akla galip kılan konuşmacılar sınır dışı edildiler.
Tarihçiler gerçek savunmasının Sokrates ile başladığını yazarlar. Sokrates’in halk yargılandığı Atina Halk Mahkemesi’nde yaptığı savunma, savunma tarihinin yazılı ilk belgesidir.
Sokrates, “Tek bildiğim şey, bilmediğimi bilmektir”, “İncelenmemiş bir yaşam için yaşanmaya değmez”, “Balık için su ne ise, savunma için de özgürlük odur” sözleri ile felsefeye ve savunmaya derinlik kazandırmıştır.
MÖ 453 yılında bir darbe ile iktidarı ele geçiren demokratlardan üçü Meletos (Şair), Anitus (Demokratların önde gelenlerinden) ve Likon Sokrates’i “Gençlerin ahlakını bozuyor. Atina’nın iman ettiği tanrılara inanmıyor. Devletin tanrılarını yok sayarak, yeni tanrılar yaratıyor” iddiası ile ölümle cezalandırılmak istemi ile yargılattılar. Sokrates savunmasında Atina halkını, soyluları, kendisini yargılayanları, devlet düzenini, iktidarı ve yaşamı acımasızca sorguladı.
Savunmasının sonunda mahkûm olacağını bilen Sokrates, savunmasını tarihe geçen şu sözlerle bitirmiştir.
“Atinalılar, çocuklarım büyüdükleri zaman, erdemden çok zenginliğe, ya da başka şeylere düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmış isem siz de onlarla uğraşınız. Onları uyarınız. Kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa ben sizi nasıl azarlamışsam, sizde onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da oğullarıma da iyilik yapmış olursunuz. Ayrılık zamanı geldi, yolumuza gidelim. Ben ölmeye, siz yaşamaya… Hangisi daha iyi? Bunu Tanrıdan başka kimse bilemez.” Bu sözler kopuş savunmasının ruhunu ifade etmektedir. 220 ye karşı 281 oyla ölüm cezasına mahkûm oldu. Eski Yunan yasalarına göre 24 saat içinde baldıran zehiri içirilerek infazın gerçekleştirilmesi gerekirken, Kutsal geminin seferden bir ay geç dönmesi nedeniyle infaz ertelendi. Dostlarının yaptığı kaçırma önerilere “Devletin izni olmadan hapisten çıkılmaz” sözleri ile karşı çıktı.
Sokrates’in savunması bu gün birçok ülke hukuk fakültelerinde “Sokrat usulü savunma ve savunma teknikleri” başlığı altında derslerde hukuk öğrencilerine, Barolarda staj eğitiminde avukatlara öğretilmektedir. Sokrates’in kendinden çok suçlayanları suçlayan, toplumsal düzeni eleştiren “Kopuş Savunması” olarak nitelendirilen savunma yöntemi bu gün hala geçerliliğini korumakta ve Avukatlar tarafından özellikle siyasal içerikli davalarda oldukça sık kullanılmaktadır. Bu savunmada savunulan kişi mahkemeye küçük düşürücü biçimde sunulmaz, mutsuz, çaresiz teslimiyetçi bir kişi olarak gösterilmez. Tartışılan siyasi veya sosyal sorun toplumsal sıkıntı yaratsa da fikir tartışmalarından asla kaçınılmaz, hatta avukat tartışmaya körükler sorunu ve tartışmayı uslusal ve uluslararası kamuoyunun gündemine taşır.
ESKİ ROMADA SAVUNMA;
Savunmanlara AVUKAT nitelendirmesine ilk olarak eski Roma başlandı. Advo Catus “üstün, ayrıcalıklı, güzel konuşan” anlamına gelmektedir. Eski Roma'nın başlangıcında da, bugünkü anlamda (gerçek bir) avukatlık hizmetinden söz edilemez. Davada, tarafın yanında yardımcı olarak yer alma (advocatus; erator) ile davada vekâlet birbirinden kesin olarak ayrılmıştı ve önceleri yalnız tarafın yanında yardımcılık kabul edilmişti. Tarafların bizzat mahkeme önünde bulunmaları kuralı, "Formula Rejimi" zamanında kaldırıldı ve taraflar kendilerini Advocati, orator veya patronus sıfatlarını taşıyan yardımlar aracılığı ile temsil ettirmeye başladılar.
MÖ 452 yılında yayınlanan 12 Levha Kanunu ile avukatlık uzman meslek olarak kabul edilmiş, ancak hakimler tarafından atanan ve cezalandırılabilen kimseler olarak görülmüşlerdir. Zamanla meslek güç kazanmış, özellikle siyasette yükselmek için avukat olmak şart olmuştur. Kadınların kırılgan yapıda oldukları bahane edilerek Eski Roma’da sadece erkekler savunman olabiliyorlardı.
Eski Roma’da avukatlar davaya başlarken “adaletin gerçekleşmesini sağlayacağını, müvekkilin haklarını eksiksiz savunacağını ve dürüstlük yolundan ayrılmayacağını” bildirerek yemin ederlerdi. Avukat davanın haksızlığını anlayınca davadan çekilmek zorunda idi. “Davadan çekilme hakkının” doğuşu bu dönemde başlar. Roma hukukunda “guato litis” yani ücret sözleşmesi yasağı vardı. Bu da avukatın bağımsızlığı fikrinden çıkmıştı. Çünkü böylesine bir ücret sözleşmesi Avukata bağımsızlığını kaybettirir, onu müvekkilinin ortağı haline getirirdi. Bu nedenledir ki Eski Roma’da avukatlar verdikleri hizmet karşılığı uzunca bir müddet ücret alamadılar. Avukatlık onur mesleğiydi ve bu yüzden avukatlar hizmetleri karşılığında bir ücret almıyordu.
M.Ö. 43 MS. 17 yıllarında yaşayan Roma’nın tanınmış avukatlarından ve şairlerinden Ovidus, “Güzel kadınların güzelliklerini satmaları ne kadar utanç verici ise bir avukatın yardımını satması da o kadar utanç vericidir.” diyerek Eski Roma döneminde avukatların ücret almasının onur kırıcı bir davranış olduğunu ifade etmiştir.
Zamanla hizmet karşılığı ücret alınabileceği kabul gördü. Ancak Şövalye Semins’i intiharı olayı sonrası ücret hususunda çok sert önlemler alınmak zorunda kalındı. Şövalye Semins bir ihtilaf nedeniyle kendisine avukat vekil eder. Savunmanı zamana göre oldukça yüksek sayılan 100. 000 Sesters ücret ister. Şövalye Semins ücreti kabul eder ve öder. Ancak savunmanın daha sonra karşıt tarafla anlaşıp kendisini sattığını görünce savunmanın evinin önünde intihar eder. Eski Roma’da avukatların evinin önüne simgesel olarak Palmiye ağacı dikilirdi. İntiharda bu palmiye ağacında gerçekleşmiştir.
Ancak ücret almasalar bile, Avukatlık Roma’da yüksek görevlere giden yolu açıyordu. Çiçeron Consul olduğu zaman avukattı. Cesar da Roma Barosu’nda kayıtlı bir avukattı.
M.S. 300’lü yıllarda, İlirya Valisi Callicratus’a gönderilen Justin Kanunnamesi’nde;
“Davaların şüpheli noktalarını halleden, müdafaadaki kuvvetleri sayesinde, gerek ceza ve gerek hukuk davalarında çiğnenmiş hakları koruyan, kaybolmaya yüz tutmuş haklara destek olan avukatların gördükleri iş, kavgaya girmek, yaralar almak suretiyle babalarını ve vatanlarını kurtarmak için yapabilecekleri hizmetten daha az faydalı değildir. İmparatorluğumuz için savaş yapanların, yalnız zırh ve gömlek giyen ve kalkan taşıyanlardan ibaret olmadığını takdir ediyoruz. Bu işi avukatlarda yapıyorlar.
Zira, ıstırap çekenlerin ümidini, hayatını ve çocuklarını müdafaa eden ve şanslı seslerinin kudretine inanan kürsünün bu üstadları dahi hakikaten aynı şeyi yapıyorlar.” sözleri avukatlık mesleğini onurlandıran ve yargılamadaki rolünü çok net biçimde dile getiren sözlerdir.
Bu dönemin en ünlü avukatlarından biri aynı zamanda İmparator da olan Çiçeron’dur. Çiçeron Eski Yunan şairi ARCHİAS’ın savunmasında hukuksal savunma sınırlarını aşarak dönemin kültür anlayışını tartışır, şairlerin tanrı armağanı olduğunu, tanrısal bir esintiden ilham aldıklarını bildirir ve savunmasını;
“Yaşamda, şereften ve dürüstlükten başka hiçbir şeyin ısrarla istenmemesi gerekir. Şeref ve dürüstlüğü elde etme konusunda her türlü bedensel işkence, her türlü ölüm ve sürgün tehlikesi önemsenmemelidir. Sanatçıların bu konulardaki edebi yazıları sayesinde, bu değerlere inanmamış olsaydım, bu kadar büyük mücadelelere ve saldırılara asla karşı koyamazdım.” sözleri ile savunmasını bitirir.
M.S. 359 yılından itibaren, İmparatorluk döneminde avukatlar topluluklar halinde örgütlenmeye başladı. Daha sonraları barolar ortaya çıkmaya başladı. En kıdemli avukat başkan oluyordu. Avukatlar bir sayı ile bağlı idiler ve adetleri sınırlı olarak resmen tayin olunurlardı.
FRANSA’DA AVUKATLIK;
Batı toplumlarından Fransa savunma mesleği ve Baroların yapılanması, mesleğin temel ve kalıcı kurallarının oluşumu hususunda başvurulacak yazılı kaynakları ile bir avukatlık mesleği laboratuarıdır.
Ortaçağda savunma en güçsüz dönemini yaşadı. Engizisyon yargıçları savunmayı-avukatı bir tarafa iterek işkenceye, itirafa önem verdiler. İtiraf tek amaç, işkence tek soruşturma yöntemi kabul edilince savunma lüzumsuz sayıldı. Bu ise savunma ile birlikte savunma mesleği avukatlığında çöküşünü getirdi.
Avukatlık mesleği bugünkü anlamıyla 13. yüzyılın başlarında yeniden doğmaya başladı. Bu Rönesans ile başlayan bir gelişme idi. Bu dönemde avukat; “yumuşak, sakin, Tanrı’dan korkan, hakikati ve adaleti seven kimse” olarak tanımlanıyordu.
Kral Saint Louis zamanında 1340 yılında Parlamento’da savunmanlar için bir kütük, bu günkü deyişle “Avukatlık Levhası” oluşturuldu. Bu tarihten sonra avukat olabileceklerin nitelikleri belirtildi. Mesleğe kabul önemli kurallara bağlandı.11 Mart 1345 de Kral 4. Philippe’in yayınlattığı nizamname ile mesleğe kabul ve meslek kuralları ile ilgili düzenlemeler yapıldı. 16 yaşından küçükler, sağırlar, körler, kadınlar, kötü şöhretliler, noterler, hakimler, papazlar avukat olamıyorlardı. Ayrıca avukatlar levhasına kayıt için namzetlerin ehliyetli ve kabiliyetli olmaları ön koşuldu. Bu sınav hakimler tarafından yapılırdı. 1345 nizamnamesinde sınav gerekçesi “Davasına hiçbir faydası olamayacak bir avukatın eline halkın bırakılmaması için, avukatları yemin vermeye kabulden önce bu iş için liyakatleri olup olmadığını hakimlerin tetkik etmeleri icapeder” sözleriyle dile getirilmiştir. Kral 1. Francois zamanda yayınlanan 11 Nisan 1520 tarihli emirname ile de sadece hukuk fakültesi mezunlarının avukat olabilecekleri şartı getirildi.
Paris Parlamentosu nizamnamesi Avukatları üç sınıfa ayırmıştı.
1- Consultant adını taşıyan müşavirler. Bunlar en az 10 yıl avukatlık yapmış kişilerden seçilir, Krala ve mahkemelere hukuki konularda danışmanlık yapıyorlardı.
2-Advucati adını taşıyan mahkemede iddia ve savunma yapanlar.
3- Ecoutans veya Nouveax adı alan Stajyerler meslek ustalarının yanında çalışmaya mecbur edilir, yargılamaları izler, en az iki ile dört yıl süren eğitimden sonra, yeterlilikleri saptanırsa avukat olabiliyorlardı.
14. yüzyıl Fransa’sında Avukatların başka başka şehirlere giderek savunma yapmaları bu dönemde onların “adaletin gezici şövalyeleri” olarak adlandırılmalarına yol açtı. “Kamu Şövalyeleri” olarak da adlandırılan avukatlar şövalyelik onuru ile bağlı idiler. Onurlarını, olayların üstünde tutmak zorunda idiler.
Avukatlar bu dönemde lonca halinde örgütlenmişlerdir. 1574–1715 yılları arasında loncaların güçleri arttırılmış, bir loncaya kabul edilmeden meslek icra etmek yasaklanmıştır. Loncalar, elde ettikleri bu ayrıcalıklara karşı yüksek vergi ödemişlerdir. Lonca ustaları bu vergi yükünü çıraklık dönemini uzatarak ve ustalığa geçiş bedelini yükselterek karşılamaya çalışmışlardı.
Loncaların ayrıcalıklı kurumlar olduğunu, Avukat loncasının bayrağını taşıyan asanın isminin, baro başkanı ismine bile kaynaklık etmesinden anlayabiliriz (le baton, le batonnier). Mesleğe kabul yemini, baroya takdim gibi ritüeller ve peruk, cübbe gibi simgeler hep lonca döneminde ortaya çıkmış kurum ve ayrıcalık işaretleridir. Loncada haklar yerine, görevlerden bahsedilirdi. Görevini iyi yapanlar, kurallara uyanlar çırak/usta hiyerarşisine yükselirlerdi. Lonca mensupları yaptıkları işi bir toplumsal faaliyet olarak değil, bir ayrıcalık olarak algılardı.
1661 yılına kadar Fransız avukatları doğrudan parlamentonun vesayeti altında idiler. 1661 senesinde Baro Başkanı Montholon zamanında kendi başlarına genel kurul yapma, mesleğe kabul ve red gibi yetkilere kavuştular. Parlamento sadece alınan kararları onaylıyordu.
Özgürlük, kardeşlik, eşitlik temelinden yola çıkan Fransız İhtilali tüm geleneksel kurumları dağıttığı gibi Lonca Kurumunu da yıkmıştı. Çünkü lonca tipi kurumlar ayrıcalıklı üst sınıfların oluşmasına sebep oluyordu. Fransız devrimi avukatları siyasal iktidarla özdeş görmüş ve darmadağın etmiştir.
2 Devrim komitesi 11–2 Eylül 1790 tarihli kararnamenin 10 maddesi ile “Avukat adı verilen ve ne topluluk, ne de bir heyet olmayan kanun adamları, vazife sırasında hiçbir hususi elbise giymeyeceklerdir.” kararnamesini çıkartmış ve devamında siyasal iktidarla özdeş görmüş olduğu avukatları darmadağın etmiştir.
1791 yılında çıkartılan La Chapelier Kanunu ile her türlü mesleki eylem birlikteliği yasaklanmıştır. Ancak birlikte eyleme girişmeme koşulu ile dernek şeklindeki örgütlenmelere pek dokunulmamıştır.
Savunmanlara tanınan ayrıcalıkları ortadan kaldırma adına yapılan sınırlamaların devrimi yozlaştırdığı gerçeği savunma kurumunun yeniden yapılandırılması zaruretini doğurdu. 1804 yılında Camperras tarafından avukatların Fransız Devrimi’nden önceki haklara kavuşmasını içiren projeye İmparator Napolyon,
“Onlar ihanetlere ve cinayetlere sebep olan bir takım fesatçılardır. Belimde kılıç taşıdığım sürece hiçbir zaman böyle bir kararnameyi imzalamayacağım. Hükümete dil uzatan bir Avukatın dilinin kesilmesi isterim.” sözleri ile reddetmiştir. Ancak ne var ki 1810 yılında Treilhard tarafından sunulan kararnameyi istemese de imzalamak zorunda kaldı. Avukatlar sınırlı da olsa Baro Çatısı altında örgütlenme hakkına kavuştular.
Napolyon’un 1821 de ölümü ile avukatların örgütlenmeleri önündeki en büyük engel kalktı. 1822 senesinde avukat adaylarının belirlenmesi toplantısında avukatlar Başsavcı tarafından belirlenen listeye tepki gösterdiler. Bunun baronun vesayet altında olduğu cihetle kabul edilemeyeceğini hükümete bildirdiler. Büyük tartışma çıktı. Ancak hükümet sonra yanlışından vazgeçti ve 20 Kasım 1822 tarihli kararname yayınlayarak avukatların bu istemlerini kabul etti.
Kararnameye Adalet Bakanı tarafından yazılan önsöz gerçekten anılmaya değerdir.
“Haşmetmeab! Avukatlık mesleği o kadar asil, o kadar yüksektir ki; onu şerefle yapmak isteyenlere öyle vazifeler ve öyle fedakârlıklar yükletir ki; adli kararları hazırlayan münakaşalar esnasında serptiği bilgi ışıklarıyla devlete o derece faydalıdır ki haşmetmeabımızın hayır hah nazarlarını bu meslek üzerine çekmeyi ihmal edersem, en mühim vazifelerimden birinde kusur etmiş olmaktan korkarım.
Bu meslek, korkak mahkemeleri hayrete düşüren imtiyazlara maliktir. Lakin tecrübe, bu imtiyazların zaruri olduğunu uzun zamandan beri hissettirmiştir. Adaletin verdiği kararları serbestçe münakaşa etmek imtiyazı avukatlara verilmiş olmasaydı, adaletin hataları sonsuza kadar sürecek, çoğalacak, hiçbir zaman tamir edilemeyecek, daha doğrusunu söylemek lazım gelirse, akıldan ve doğruluktan başka dayanağı olmayan bu hayırlı otoritenin yerini boş bir adalet taklidi yapmış olacaktı.
Yardımda bulunmayı kabul ve red gibi kıymetli bir hak kendilerine verilmiş olmasaydı, az bir zaman sonra avukatlar emniyet telkin edemeyecekler, beklide böyle bir emniyete layık olmaktan çıkacaklardı. Kadir ve kıymeti kalmamış bir mesleği şerefsizce yapacaklardı. Avukatların iyi niyetlerinden daima şüpheye mahkûm olan adalet bu meslek adamlarının anlattıkları şeylere veya doktrinlerine bizzat inanıp inanmadıklarını hiçbir zaman bilmeyecek ve bu suretle anların tecrübe ve doğruluklarının bahşettiği teminattan mahrum kalacaktı. Sonra, mutat ve doğrudan doğruya yapılan bir nezaretin lüzumsuz boyunduruğundan dahili bir teşkilatla kurtulmadıkça kendisine şeref verici yüksek insanları safları arasına almak ümidini bu topluluk besleyemezdi ve böyle insanların fazilet ve liyakatlerinin nuru ile ışıklanan adalet de en büyük emin dayanaklarını, en iyi kılavuzlarını kaybetmiş olurdu.”
1852–1870 yılları arasında yapılan düzenlemelerle avukatlar, baro başkanlarını seçme özgürlüğüne kavuştular. Bugün Fransa’da 1920 tarihli Avukatlık Kanunu yürürlüktedir.
1894 yılında Fransız Milli Emniyeti Alman Büyükelçiliği’nden çalınan imzasız ve tarihsiz bir belge ele geçirdi. Bu belge Fransız ordusuna ait bir kısım askeri sırlar içermekte idi. Yapılan soruşturma sonucu şüpheler Yüzbaşı Alfred Dreyfus üzerinde yoğunlaştı. Yahudi asıllı Yüzbaşı Alfred Dreyfus yedi yargıçtan oluşan Askeri Mahkeme’de Almanlara casusluk ettiği iddiası ile yargılandı. Yargılama sırasında Fransız Genel Kurmayı mahkemeye (GİZLİLİK KAYDI TAŞIYAN BİR BELGE) gönderdi. Bu gizli belge sanık ve savunmadan gizlenerek rütbenin geri alınmasına ve ömür boyu hapse hüküm verildi.
Ünlü şair ve yazar Emil Zola gizlenen belge ile verilen bu mahkûmiyetin haksız olduğunu bildirerek SUÇLUYORUM başlığı altında L’AUPORE gazetesinde yazdığı başyazı ile Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un yeniden yargılanması gerektiğini yazar.
Yazının en çarpıcı bölümü “Bunun ne demek olduğunu biliyormusunuz, bu bir insanın, ondan gizlenen belgeye dayanılarak yargılanması, mahkûm edilmesi, kendisinin ve karısının, çocuklarının ona yakın herkesin şerefsizliğine hüküm giymesi demektir. Şekil gerçeğe tercih edilmemelidir. Vatan sadece toprak bütünü değildir. Bütün insanların birleştiği vatandır. Adaletin olmadığı yerde vatan düşünülemez.” Hükümet baskılara dayanamaz sonunda Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un yeniden yargılanmasına karar verir. Bu davanın en önemli sonucu avukatların gizli belgeleri görmeleri yönündeki yasağın Fransız yargısında bu tarihten sonra kesinlikle kaldırılması olmuştur.
2. Dünya harbi sonrası Fransa işgalden kurtulmuş, özgürlüğüne kavuşmuş, sıra kendini sorgulamaya gelmiştir. Fransa başta dönemin Başbakanı Laval’ı yargılamaya başlar. Fransız halkının vatan hainlerine, düşmanla işbirliği yapanlara büyük nefret ve kini vardır. Mahkemede kamudaki bu yaygın inançtan kendisini kura-taramaz. Mahkeme başkanı çok sert tavırlar hakaretlerle savunma hakkını kısıtlar ve nerede ise kullanılmaz hale getirir. Bunun üzerine savunma avukatları duruşmalara girmeme kararı alırlar.
Fransız Devlet Başkanı De Gaulle, Laval’ın Avukatlarına Adalet Bakanı aracılığıyla duruşmaya girmelerini ve müvekkillerini savunmalarını rica eder. Ricası şöyledir;
“Eğer, Laval mahkûm olursa savunma yapmadan mahkûm olacak, böylesi bir lekeyi Fransa adalet tarihine sürdürmeyin” der ve avukatlar duruşmalara girerler.
Fransız Parlamentosu yeni avukatlık kanunu tartışmalarında avukatların giydikleri cüppenin gereksiz bir ayrıcalık yarattığını bildirerek cüppe giyme zorunluluğunun kanundan çıkartılmasını tartışırlar.
Paris Adliyesi koridorlarında cübbeyle koşmakta olan Avukat, 1. Dünya Savaşı kahramanlarından Paris Baro Başkanı Avukat Carpertiers ile karşılaşır. Hemen durur ve hafifçe eğilerek meslek ustasına selam verir.
Vakarlı yürüyüşü, bembeyaz saçları ile meslektaşının telaşlı, dağınık bir biçimde koridorlarda koşmakta olduğunu gören Paris Baro Başkanı meslektaşını uyarır;
“Önce eğilme, üzerindeki şerefli giysi, senin hiçbir makam ve kişi önünde eğilmemeni gerektirir.
Sonra koşma. Bu giysi ile yüzyılların onur ve vakarını taşıyorsun. Bu giysi ile başın dik ve vakur dolaşmalısın.” der.
Bu olay avukatların cüppe giymelerinin zorunluluğunu bir kez daha kanıtlar ve cüppe zorunluluğu aynen devam eder.
ÇARLIK RUSYASINDA SAVUNMA;
1672 -
1725 yılları arası yaşayan ve
Rusya'yı
7 Mayıs 1682'den sonra ölümüne kadar yöneten Çar Deli Petro İngiltere’yi ziyaret sırasında Londra Adliye binasını ziyaret eder. Bu ziyarette perukları, özel cüppeler içinde gördükleri kişilerin ne yaptığını sorar. Ona bu kişiler avukattır, sanıkları savunurlar cevabı verilince;
“Bunlara ne lüzum var? İmparatorluğumda iki hukuk adamı var. Memleketime döner dönmez birisini astıracağım, ötekisi bize yeter.” sözleri ile tepkisini dile getirmiştir.
Keza Adliye Bakanının Rusya’da savunma mesleğinin kurulmasına dair hazırladığı yasa teklifine Çar 1. Nikola, “Ben Çar oldukça Rusya’da savunmana ihtiyaç yoktur. Biz onlarsız da pekâlâ yaşıyoruz.” demiş ve engellemiştir.
Tüm bu örnekler Çarlık Rusyası’nda avukatlık kurumuna pek müspet bakılmadığı gelişmesi ve kurumlaşmasına siyasi otoritenin uzun bir müddet şiddetle karşı çıktıklarının en açık kanıtlarıdır.
Çar 1. Nikola’nın ölümü ve Kırım yenilgisi üzerine tahta çıkan 2. Aleksandr 1864 yılında yaptığı hukuk reformuyla gizli yargılamayı kaldırdı, kararların temyiz edilebileceğini getirdi, avukatların örgütlenmelerine izin verdi, savunma mesleği ile ilgili kurallar koydu.
1917 devriminin lideri Lenin avukattı. Devrimden sonra avukatlar siyasette önemli görevler aldılar. Ancak mahkemelerin kaldırılarak yerlerine Halk Mahkemeleri’nin kurulması, bu mahkemelerde “sabıkası olmayan, medeni haklara sahip bütün yoldaşlar savunmanlık yapabilir.” denilerek avukatlık mesleğine önemli darbe atıldı. 1918 yılında çıkartılan başka bir kararname ile de bütün avukatlar devletin maaşlı memuru sayıldı. Bu da savunma hakkının sonu oldu. Devlet savunmanlığı sistemi tutmadı. Sovyet Başsavcısı Kryelenko’nun “Maaşlı savunmanlar atamak, daha iyi savunulmak isteyen insanları, başka ücretli savunman aramak durumunda bırakmaktadır” sözleri ile durumun vahametini dile getirmiştir.
İSLAMDA SAVUNMA;
İslam Adliye yapılanmasında bu günkü anlamda savunma mesleği yoktur. Savunma daha ziyade vekillik kavramı ile ifade edilmiş, vekiller evrensel hukukun avukatlara tanıdığı hak ve yetkileri taşımasalar da avukatların görevlerini kısmen de olsa üstlenmişlerdir.
İslam hukukuna göre davacı ve davalı kendilerine vekil tayin edebilirlerdi. İslam bilimcilerinden MASVİLİ bunu Hz. Muhammed’in
“Sizlerden bir beni ikna etmede daha elverişli deliler ileri sürüp, davasını daha güzel anlatabilir ve ben de anlatılan ve işitilenlere göre hüküm veririm.” hadisine dayandırmıştır.
Nitekim Hazreti Ali bizzat mahkemelerde dava takip etmemiş davalarını vekille takip ettirmiştir. Halife Hazreti Osman’ın yönettiği ve Talha Abdullah ile karşılıklı olan arazi davasında Hazreti Ali’yi Abdullah Cafer vekil olarak takip etmiştir.
İslam hukukunda savunma mesleğinin kurumlaşamamasını
İbni Arabi; “Batıl davaların vekiller tarafından yürütülmesinin meşru olamadığı”nı belirterek savunmaya karşı çıkmış,
Kalkaşkandi; “Vekiller zamanımızın gerçek bir yarasıdır. Müvekkillerine lehine davayı kazanacaklarını vaat ederek aldatan şeytanlardır. Onlar ancak, cehennem ateşinden bir parça kazanırlar.”
Şeyzari; “Mahkemelerde hakkı savunmak için atanan vekiller, bu zamanda müvekkillerine ne iyilikte bulunur ne de faydası olur, çünkü onların ekserisi namuslu değildir, dini zayıf insanlardır, iki taraftan para alırlar ve menfaatlerine göre hitabet kudretlerinden ve kanun bilgilerinden yararlanarak davaları kazanır, hakları kaybederler. Haklıyı hakkından mahrum ederler. Bunlar ustalıkla kadıların vicdanlarını bulandırmaktan iş yapmazlar.” Sözleri çok net bir şekilde dile getirmiştir. Yeterli bir kamu desteği ve felsefik inanç da olmayınca doğaldır ki savunma mesleği kurumsallaşmamıştır.
OSMANLI’DA SAVUNMA;
TANZİMAT’TAN ÖNCEKİ DÖNEM;
Osmanlı tarihinde 1860’lı yıllara kadar “Dava Vekili” adıyla meslek yapan bir sınıf yoktu. Fakat bu tarihlerde ve bundan çok önceleri, “Arzuhalciler” sınıfı diye bir sınıf vardı.
Avukat Ali Haydar Özkent, Avukatın Kitabı Adlı eserinde “Arzuhalciler, bu günkü anlama göre Avukatın iki esaslı vazifesi olan yazı ile savunma ve sözle savunmadan birisini yaptıklarına göre, Arzuhalcilere Türk Avukatlığının çekirdekleri desek çok mu ileri gitmiş oluruz.” sözleri ile 1800’lü yılların ortalarına kadar arzuhalcilerin avukatlık görevlerini yaptıklarını dile getirmiştir.
Avukat Ali Galip Taş 1931 yılında Bizim Tarih isimli İstanbul Barosuna yazdığı yazısında da, arzuhalcileri “Tanzimat dan evvel Dava Vekili diye bir sınıf yoktu. Arzuhalcilik, hukuk tarihimizde önemli bir rol oynamıştır. Buna dair Hükümeti Osmaniye tarafından yayınlanmış, Fermanlar, Sadrazam Emirleri rastlanmaktadır. Halkın ve hazinenin hukukunu muhafaza için, Bab’ı Hükümete başvuru bir usule tabi idi. Hükümet kapısına ifadei meram (istek anlatmak) için arzuhal yazmak, arzuhalci taifesinin sanatı idi” ifadeleri ile tanıtmaya çalışmıştır.
Arzuhalciler yargılama sırasında hiç bir zaman taraflara hukuki yardımda bulunmazlar, sadece tarafların yargılama öncesi istemlerini içeren arzuhal (dilekçe yazarlardı). Bu arzuhal mahkemelere yazıldığı gibi vatandaşı isteğine göre devlet dairelerine de yazılırdı. O dönemde arzuhalcilerin yazdıkları arzuhallerin, devlet içerisindeki yazışma biçimine uygun olması gerekmekteydi. Arzuhallerin içeriğinin şeri hükümlere, kavanini münifeye (yasal kurallara), ve Kaidei Miriye ye (hükümet kurallarına) uygun olması gerekmekte idi.
Bunlar bugünkü anlama göre avukatın iki esaslı vazifesi olan “yazı ile müdafaa ve sözle müdafaa”dan birincisini yaptıklarına göre, Türk avukatlık mesleğinin çekirdeği sayılabilirler.
Arzuhalcilik Mesleğini yapanların ırz ve namus sahibi, toplum huzurunu bozmaktan çekinen, milli hukuku bilen, halkın güvenini sarsacak hareketlerden çekinen, doğru ve tanınan, ruhsatnameli kişiler olması gerekiyor idi.
Arzuhalcilik, günümüz anlamında ve evrensel kurallarda yargılama da tam bir savunma mesleği olmamakla birlikte, kişilikleri üzerinde titizlikle durulan, çalışmaları izne bağlı olan, kendi meslek örgütlerine bağlı olan özel bir meslek gurubu idi. Arzuhalcilerin işlerini denetlemek, onlara nezaret etmek Arzuhalci Başının görevi idi.
14. Yüzyılda, Arzuhalcilerin bir başı ve ocakları vardı. Arzuhalcibaşılar Ocağa, bunlarda Çavuşbaşılığa bağlı idiler. Çavuşbaşı, Divandaki Çavuşların amiri idi. 14. Yüzyıl Osmanlı döneminde Çavuşbaşının emri altında 300 den fazla çavuş bulunurdu. Emrindeki Çavuşlarla öncelikle zabıta görevi görür, tutuklanması emredilen kişileri bulup hapseder, hakkında kısas kararı bulunanların katli için mübaşirlik eder, ayrıca Hükümetin emirlerini Vilayetlere tebliğ ederlerdi. Yapılan araştırmalarda Çavuşların günümüzde mübaşirlerin görevlerini gördükleri, yetkilerinin günümüzdeki mübaşirlerden daha da fazla olduğu hatta bir ölçüde adli kolluk kuvveti görevi yaptıkları bilinmektedir.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde yazıcı esnafından söz etmektedir.
O'na göre. "Esnafı yazıcıyan (yazıcılar esnafı)-dükkan 400, nefer 500. Bu tayfa Ordu ve Pazarda, Sadrazam Kapısı'nda arzuhal ve mekâtib (mektuplar) tahrir ederler (yazarlar), Pirleri Kasım İbni Abdülkufuridir." demiştir.
Arzuhalciler, Ocak Zabitleri tarafından ruhsatname verilmeden mesleği yapamazlardı. Çavuşbaşıların ve dolayısıyla Devletin denetimi altındaydılar.
1660 Yılında Arzuhalci başının Saraya dilekçe vermesi üzerine, Sadrazam Emriyle Arzuhalcilik ilk kez resmen düzenlenmiştir. Bu nizamnamede arzuhalcilik yapanların nitelikleri, mesleğe başlarken izin alma zorunluluğu, mesleğe girme koşulları, ne gibi yerlerde çalışabilecekleri, mesleklerini ifa edebilecekleri saptanmıştır.
Arzuhalcilik mesleğinin gerçek anlamda savunma mesleğini kapsamaması ve meslek kurallarının tam olarak belirlenmemesi, mesleğin kurallarını belirleyen ayrıntılı bir yasal düzenleme bulunmaması nedenleriyle zamanla arzuhalcilik mesleği yozlaşmıştır. Özellikle 16 YY dan sonra, Arzuhalciler, Kadılar, Mahkeme Katipleri ve Mübaşirler ile yakın ilişki içerisinde bulunan kişilerden oluşmaya başladı. Dükkân köşelerinde, kahvehanelerde, cami ve medrese avlularında, sadece yazı yazmayı bilenlerin, yasal hiç bir sorumlulukları olmayan ve yasaları bilmeyenlerin, dividi beline sokanların arzuhalcilik yapmaya başladıkları görülmüştür. Karamanlı, İncesulu, Niğdeli mahalle bakkalları vardı. Bunlar İstanbul’un lüks yazlık semtlerinde oturur, alışveriş nedeniyle kadı ve mahkeme çalışanları ile tanış olmaları nedeniyle vatandaşlar tarafından dava vekili olarak görevlendirilirlerdi. Asıl işleri bakkallık olan bu kimseler bakkal dükkânlarını çıraklarına bırakıp, mahkeme koridorlarında dolaşırlardı. Bu kişiler genellikle cepleri zarf ve kâğıtlarla dolu olduğu için “Kâğıt Kavafı”, ya da büroları olmayıp ayakta dolaşmaları nedeniyle “ayak kavafı” olarak adlandırılmışlardır.
Çoğunlukla okuma yazması bile olmayan kavaflar, insanları kandırarak para alırlar ve ciddi zararlara yol açarlardı. Halk bu kimselere bu nedenle "yalancı, müzevir” isimlerini takmıştı. Bu mesleklerin avukatlıkla doğrudan ilgisi olmamakla beraber, toplum tarafından avukatlar için kullanılan birçok sıfat ilk defa bu meslekler için kullanılmıştır.
TANZİMAT VE SONRASI AVUKATLIK MESLEĞİ;
1839 yılında Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından yayınlanan Tanzimat fermanı ile 1856 yılında Sadrazam Mehmet Emin Ali paşa tarafından yayınlanan Islahat Fermanı savunma mesleğinin adı konmayan ilk düzenlemelerine yer verdi. Ceza Kanunu 1858, Usulü Muhakemei Ticaret nizamnamesi 1861, Şürayı Devlet Nizamnamesi 1869, Divanı Ahkamı Adliye Nizamnamesi 1869, Mecelle 1874, Usulü Muhakematı Hukukiye 1879, Usulü Muhakematı Cezaiye 1879’da yayınlanan kanunlarda vekillik kurumu düzenlenmişti
Gerçek anlamda “Batı”yı temsil eden ve batıda kurumlaşan avukatlık mesleği kapitülasyonların da etkisi ile Tanzimat kanunlaştırma hareketleri kapsamında Osmanlı hukuk sistemine ithal edilen “yeni bir meslek”tir. Bu dönemden başlamak üzere bu meslekle ilgili birçok düzenleme yapılmıştır.
1864 tarihli, “Usulü Muhakematı Ticaret Nizamnamesi’nin 28. Maddesinde “tarafların mahkemeye bizzat gelmeleri veya vekil tayin etmeleri mecburiyeti konmuş”, vekâlet akdinin şekli hakkında da açıklayıcı hükümler yer almıştır.
1874 tarihli Mecelle vekillik kurumunu ayrıntıları ile düzenledi
1879 tarihli Usulü Muhakematı Cezaiye Kanunun 249. maddesi ceza davalarında savunman bulundurma zorunluluğunu getirmiştir..
13.01.1876 tarihinde yürürlüğe giren Dava Vekilleri Nizamnamesi Türkiye’de avukatlık mesleğini düzenleyen ilk metin olarak kabul edilir.
Bu nizamnamenin 30. Maddesinde, “Dava vekillerinin umur ve hususatına bakmak ve Nezareti Ahkâmı Adliye tarafından icra olunacak tebligatı resmiyeye vasıtası kılınmak üzere bir cemiyeti daime tesis olunacaktır.” demek suretiyle yeni kurulan bu cemiyete bazı görevler yüklenmiş ve baro işlevi kazanması amaçlanmıştır. Ayrıca ilk defa bu nizamname ile vekâlet işlerini üzerlerine alanlara resmen “dava vekilliği” unvanı verilmiştir.
Nizamnameye göre dava vekili olacakların Hukuk Mektebi mezunu olmaları şartı konmuş ve rasgele şahısların mesleğe girmeleri önlenmiştir.
1885 tarihinde “Mehakimi Nizamiye Dava Vekillerinin Usulü İntihap ve İmtihanlarına Dair Kararname” gereğince; dava vekilliği mesleğine girecekler için imtihan usulü konmuş ve şartları açıklanmıştır.
1877 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında yargı sisteminin hukuk öğrenimi görmüş yargıç ve dava vekillerine olan ihtiyacı tartışıldı. Mecliste söz alan üyelerin tamamı hukuk eğitimi verecek ayrı bir okulun açılmasını istediler. Galatasaray Sultanisi içinde sadece hukuk eğitimi verecek Mekteb-i Hukuk-i Sultani isimli sınıf açılarak hukuk dersleri okutulmaya başlanmıştır. Bu okulda Fıkıh, Roma Hukuku, Ticaret Hukuku, Mecelle İdare Hukuku, Ceza Hukuku, Usulü Muhakemesi Medeniye, İlmi Serveti Milel (Uluslar Arası Hukuk), Hukuku Siyasiye, İlmi Hukuk (Hukuk Başlangıcı) gibi dersler verilmekteydi. Buradan mezun olanların Adalet Bakanlığı’na bağlı bir komisyonda sınav vererek başarı gösterdikleri takdirde dava vekilliği yapabilecekleri esası kabul edilmiştir. Daha sonra bu sınıf 17 Haziran 1880 de Adliye Nezareti bahçesine yapılan bir binaya taşındı. Adı da Mekteb-i Hukuk oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bu nedenle 17 Haziran 1880 tarihini kuruluşu tarihi olarak kabul etmiştir. Okul yönetmeliğinin 35. Md.’si gereğince okuldan mezun olanlar dava vekilliği yapma hakkını kazanıyorlardı. Bu mektebin ilk mezunlarının tamamı azınlıklardır. Bunlar; Artin Mustiçyan, Diran Bedrosyan, Vartan Muradyan, Vasidis, Yanko Mamopulos, Artin Toptaş’tır.
Tanzimat döneminde filizlenmeye başlayan avukatlık mesleği hem “mesleki” yönden hem de “meslek kuruluşu” yönünden doğrudan adliye nezaretine bağlıydı. Bu nedenle dava vekillerinin mesleklerini bağımsız olarak ifa etmeleri mümkün değildi.
Mithat Paşa ve arkadaşlarının meşhur Yıldız mahkemelerinde yargılanmaları ve 3. günde cezanın kesinleşmesi düşünüldüğünde savunmanın bir kurum olarak henüz teşekkül etmediği söylenebilir. Ayrıca bu nizamname tüm avukatları kapsamıyordu. Çünkü yabancı avukatların konsolos mahkemelerinde ve ticaret mahkemelerinde görev yapmaları mümkündü. Hatta bu avukatlar kendi barolarını “Dava vekilleri Cemiyetinden” çok önce “Bareau de Constantinople” adıyla kurmuşlardı. Osmanlı’nın ilk Barosu, Konstantinapole Barosu Cemiyeti adıyla 1870 yılında kuruldu. Kurucuları İngiliz, Fransız, Alman, Yunan, Belçikalı, Rus ve İtalyan uyruklu avukatlar idi. Bu gruba dâhil Türk avukat yoktur. Yalnız Ermeni, Rum asıllı Osmanlı’dan beş kişi vardır. Bu Baro 1908 yılına kadar faaliyet göstermiştir.
1876 tarihli dava vekilleri nizamnamesi gereği, dava vekilleri ilk toplantılarını 5 Nisan 1878 tarihinde yaptılar. Bu ilk toplantıya 63 kişi katılmıştır. Bu üyelerden on biri Müslüman otuz sekizi Ermeni’dir. Geri kalanlar Rum, İngiliz, Fransız ve İtalyan’dır.
İlk genel kurulu en yaşlı üye olması hasebiyle Kostaki Sardenski açmıştır. Yapılan seçimlerde ise Meryem Kuli Efendi Reisi Evvel, Mehmet Şehri Efendi Reisi Sani, Karabet Gürcü Efendi Kâtiplik ve Saymanlık görevlerine getirilmiştir. Bedros Şaşıyan, Kostaki Sardenski, Agop Mırcikyan yönetim kurulu üyeliklerine seçilmişlerdir.
O tarihlerde Müslümanlar, Kafkaslarda, Balkanlarda, Yemen Çöllerinde savaştan savaşa koşmaktaydılar. Bu nedenle hizmet sektörü azınlıkların ve Müslüman olmayan halkın elindeydi. Müslüman ve Türk Osmanlı vatandaşı devleti adına askerlik, memurluk, kadılık yapmaktaydılar. Dava vekilliğini ayak kavafı, müzevir olarak aşağılanan bir meslek olarak görüyor, ilgi göstermiyorlardı.
İlk Baro Levhası 5 Nisan 1878 de yapılan Genel Kuruldan bir yıl sonra 1879 yılında düzenlendiğinde levhada bulunan 105 avukattan nerede ise tamamı azınlıklardandı. Yönetimde başkan Rusalato Fransuva (Rus vatandaşı) idi.
14.02.1884 tarihinde “Dava vekilleri hakkında rumeliî şarkîye mahsus kanunu vilayettir.” kanunu yayınlanış ve Osmanlı’da ilk defa bir kanun metninde “AVUKAT” tabiri kullanılmıştır.
1886 yılında tahta çıkan 2. Abdülhamit’e ait bir iradei seniye ile, dava vekilliğinin çok yeni bir meslek olması, halkın fakir olması gibi gerekçelerle, ceza davaları dışında, diplomalı dava vekilleri bulunmayan yerlerde başkaları tarafından da yapılabileceği emir buyrulmuştur. Böyle bir fermanın çıkmasında Hukuk Mektebi mezunu olmayan fakat 1876 tarihli Dava Vekilleri Nizamnamesine kadar bu yoldan para kazanan, ayak kavafı ya da müzevirlerin etkisinin olduğu söylenebilir.
2. Meşrutiyetin ilanından sonra Dava Vekilleri, 31 Temmuz 1908 ‘de Divan yolunda Arif’in Kıraathanesinde toplanıp birtakım kararlar almışlardır.
Bu kararlar:
(a) Toplum içinde dava vekilleri hakkında oluşan kötü düşünceleri ortadan kaldırmak, en kutsal haklardan olan savunma hakkını halka anlatmak
(b) Kanuni ve ahlaki yönden niteliksiz insanların mahkemelere kabullerine engel olmak ve bu konuda resmi makamları uyarmak.
(c) Hukuk Mektebi mezunlarına basit bir sınav neticesi ruhsatname vermek.
(d) Dava Vekilleri ile ilgili bir levha düzenlemek ” şeklinde olmuştur.
İstanbul Barosunun bugün yürürlükte olan levhası 21 Ağustos 1908’de alınan kararla hazırlanan levhanın devamıdır.
Bu döneme ilişkin iki yargılamayı özellikle hatırlamak gerekir. Birincisi Fatih Sultan Mehmet’ in ikicinsi ise Sadrazam Mithat Paşa’nın yargılanmalarıdır.
FATİH SULTAN MEHMET’İN YARGILANMASI;
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya civarında bir köşk yaptırmak ister. Binayı nasal yapacağını zamanın ünlü mimarlarından İspinati’ye anlatır. Mimar İspinati köşkü yaparken kendince düzeltmeler yapar. Fatih Sultan Mehmet köşkü ziyaretinde köşkün verdiği ölçülere göre yapılmadığını görünce emir verir ve mimar İspinati’in iki elini de kestirir. Rum Mimar İspinati arzuhalciye dilekçe yazdırarak Başkadı Hızır beye başvurur ve Fatih Sultan Mehmet’in yargılanmasını ister. Başkadı Hızır Bey Fatih Sultan Mehmet’i mahkemeye çağırır. Fatih Sultan Mehmet yargılama için Başkadı Hızır Bey’in huzuruna çıkar ve başköşeye oturmak ister. Başkadı Hızır Bey “ Mahkeme önünde hasmınla yüzleştirileceksin
ayağa kalk” diyerek Fatih Sultan Mehmet’i azarlar. Başkadı Hızır Bey yaptığı yargılama sonucu Fatih Sultan Mehmet suçlu bulur ve o günkü yasalara göre kısas usulüne göre ellerinin kesilmesine karar verir. Karar üzerine mimar İspinati kısastan vazgeçer ve cezanın diyete çevrilmesini ister. Başkadı Hızır Bey Fatih Sultan Mehmet’in cezasını diyete çevirir, yaşamı boyunca günde on akçe ödenmesine karar verir.
YILDIZ MAHKEMESİNDE SAVUNMANIN ÇERESİZLİĞİ;
Padişah 2.Abdülhamit siyasi faaliyetlerinden rahatsız olduğu Mütercim Rüştü, Mithat Paşa, Şeyhülislam Hayrullah efendiyi Sultan Abdülaziz’i öldürmekle suçlamış ve Yıldız sarayının bahçesine kurduğu mahkemede yargılattırmıştır.
Mithat Paşa kendisini yargılayan hakimlere “Bir avukat ile istişareye hakkımız var mıdır” diye sormuş. Hakim “Evet, biz üç avukat tespit ettik. Bunlardan birini seçebilirsiniz.” cevabını almıştır. Yargılama üç günde bitirilmiş, sanıklar idama mahkum edilmiş, tayin olunun avukat savunma yapmamış, siyasi bir komploya bilerek alet olmuştur.
Siyasete alet olan olağan dışı mahkemelerde tayin olunan zorunlu hakim kadar zorunlu avukatında adalet duygusunu ne denli katlettiğine ilişkin acı bir örnek olmuştur. Fatih Sultan Mehmet adalete duyduğu saygı ile imparatorluğu büyütmüş, 2. Abdühamit ise çöküşüne neden olmuştur.
CUMHURİYET DÖNEMİ;
Türk avukatlık mesleğini düzenleyen ilk ciddi yasa 17 maddeden oluşan 20 Nisan 1924 tarihli Muhamat Kanunu’dur. Kanunun adı 1925 de Avukatlık Kanunu olarak değiştirildi. Bu yasa bir tatbik talimatnamesi ve İstanbul Barosu İç Nizamnamesi ile birlikte bir bütün teşkil etmektedir.
Yasanın önemi “baro” ve “avukat” kavramlarını ilk defa hukuk sistemimize sokmasından gelmektedir. Öte yandan yasa ikili sisteme son vermiş ve savunma mesleğini ulusal düzeyde düzenlemeyi hedeflemiştir.
Kanunun Geçici Maddesine göre 1876 tarihli nizamname uyarınca dava vekilleri dernekleri teşkil etmiş mahallerde, dava vekillerinin bu kanuna göre gerekli vasıf ve şartları taşıyıp taşımadığına karar verilmek üzere “Adliye Vekilince” tayin edilecek kişilerden oluşacak “Tefrik Meclisi” kurulacaktır. Bu meclis gerekli incelemeyi yaparak gerekli şartları taşımayanları “levha”dan silecektir. En önemli şart da Türk Vatandaşı olma zorunluluğudur. Kanunun 2. md.’sindeki “Cinayet veya muhilli namus veya haysiyet bir cünha ile mahkûm veya sui şöhretle maruf ve müştehir olmamış bulunmak” şartı, özellikle yeni rejimin karşısında yer aldığı düşünülen avukatların meslekten men edilmeleri yönünde etkili olmuştur. Zira söz konusu şart yetkili kurullar tarafından mesleğe hıyanetin yanı sıra Türk Milletine ve vatana hıyanet olarak yorumlanmıştır.
Nitekim İstanbul Dava Vekilleri Çerçevesinde kurulan komisyon 960 dava vekilinden 473’ünü “levha”dan silmiştir. Bu tasfiye hareketi, savunma mesleği tarihinde eşi görülmemiş bir tasfiye hareketidir.
Bu yasa ile mesleğin icrasına yönelik Osmanlıdan miras kalan hukuki belirsizliklerin ortadan kaldırılarak avukatlığın adli mekanizmanın bir parçası haline getirilmesi ve rejimin ilkelerine sadık ve bu doğrultuda çalışan baroların oluşturulması ve toplumun modernleşme örgüsü içerisinde yeniden inşasına doğrudan katılım sağlayacak avukatlar oluşturma çabası olarak görebiliriz.
Baroda yapılan büyük tasfiye işleminden hemen sonra 28 Ağustos 1924 tarihinde yapılan genel kurulda Kemalist Rejim karşısında muhalif tutumuyla dikkat çeken Lütfi Fikri Bey 264 oydan 142’sini alarak Baro Reisliğine seçilmiştir. Lütfi Fikri Bey meşrutiyetçi/hilafetçidir. Meşrutiyetçi-Cumhuriyetçi zıtlaşması çerçevesinde Ankara ile sert bir muhalefet içerisindedir. Halife Abdülmecit Efendinin istifası söylentileri üzerine hilafetin kaldırılmasını millet için bir intihar olarak değerlendirdiği “Huzuru Hilafetpenahiye Açık Arıza” başlıklı mektubunun 10 Kasım 1923’te Tanin gazetesinde yayınlanması, daha sonra 15 Kasım günü Akşam Gazetesinde açık bir dille meşrutiyet idaresini Cumhuriyete tercih ettiğini belirten yazısının yayınlanması üzerine 19 Aralık 1923 İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere Hıyaneti Vataniye Kanununun 1. Md.’si uyarınca tutuklanmış ve 5 yıl küreğe mahkûm olmuştur. Ancak daha sonra TBMM tarafından çıkarılan özel yasa ile affedilmiştir.
Lütfi Fikri Bey’in tekrar baro başkanlığına seçilmesi Ankara’yı fena halde kızdırmıştır. Bizzat M. Kemal Ankara Hukuk Fakültesinin açılış konuşmasında;
“Muhterem Efendiler! Hatta cumhuriyet ilan olunduktan sonra vukua gelen feci bir hadiseyi de nazarı intihabınız önünde canlandırmak isterim. En büyük mamuremizin bu memlekette belki Avrupa’da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti alenen hilafetçi olduğunu ilan eden ve ilan etmekle iftihar duyan birisini seçip kendisine reis intihab eylemiştir. Bu hadise köhne hukuk erbabının cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kâfi değil midir? Bütün bu hadisat erbabı inkılâbın en büyük fakat en sinsi hasmı canı, çürümüş hukuk ve onun bi derman müntesipleri olduğunu gösterir. Milletin hummalı inkılab hamleleri esnasında sinmeye mecbur kalan eski ahkâmı kanuniye, eski erbabı hukuk; erbabı himmetin nüfuz ve ateşi yavaşlamağa başlar başlamaz derhal canlanarak inkılâp esaslarını ve onun samimi muakiplerini ve onların aziz mefkûrelerini mahkûm etmek için fırsat beklerler. Bu fırsat eski kanunların mevcudiyeti ve eski esasatı hukukiyenin mer’iyeti ile ve eski zihniyetini deruni ve kalbi olarak muhafazadan mütemerrit hakimlerin ve avukatların mevcudiyeti ile müemmendir.” Sözleriyle tepkisini dile getirmiştir.
Ancak, “ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK BENİM KAREKTERİMDİR” diyen Yüce Önder Baro’nun bağımsızlığı ilkesine sadık kalarak Ömer Lütfi Bey’i görevden almamış, yargılatmamış Ömer Lütfi Bey ve yönetimi iki yıl daha görevlerini yapmışlardır.
Avukat Ali Haydar Özkent baskısı 1940 yılında yapılan Avukatın Kitabı adlı eserinde;
“Tanzimat’tan evvel arzuhalci (Müzevir) , (Ayak kavafı) idik. Muhzirlerin, müflislerin, Karamanlı ve İncesulu vekillerin bu kirli adlarını uzun müddet taşıdık. Tanzimat bizi (Dava vekili) yaptı. Fakat bizi (Muhami) ve (Avukat) yapan Milli idaredir. Cumhuriyet rejimidir. Dava vekilleri cemiyeti bir ışıktı. Milli idarenin çıkardığı (Muhamat Kanunu) bir Ay’dır. Eğer bu gün Türkiye’de müstakil avukatlık müessesesi varsa, eğer bu gün Türk avukatları iyi, namuslu, söz, vakar ve hatta refah sahibi yurttaşlar arasında bulunuyorsa, bunu bu iradeye borçludurlar. Çünkü Cumhuriyet, Avukatların yalnız refahını temin etmemiştir, mesleği kurmuş, Türk avukatının namusunu ve şerefini kurtarmış, onu layık olduğu mevkiye çıkarmıştır. Bunu böylece kabul etmek ve söylemek meslek, vicdan ve namus borcudur.” sözleri ile dile getirmiştir.
Avukat Ali Haydar Özkent Türk Avukatlık tarihin unutulmaz abidelerindendir. 1887 de doğan Konya’ da dünyaya gelen üstad Darülfünün Hukuk Mektebini 1911 de bitirdi. İstanbul Barosu’nun 411 sicil No.lu avukatıdır. 1940’da yayınladığı Avukatın Kitabı isimli 838 sayfadan oluşan eseri bu gün dahi önemini korumakta Türk Avukatlık tarihine ışık tutmaktadır.
1914 yılında Ruslara esir düştü. Sibirya’nın Kranosyark şehrinde 4 yıl esaret hayatı sürdü. Üstad bu esaret yıllarını şöyle anlatır.
“Eğer birçok zabit arkadaş gibi Sibirya’nın buzları altında gömülmemiş isem, eğer bu gün kültür sahibi isem, bunu o acıklı sefalet günlerini sırt üstü yatarak, ağlayıp sızlayarak, kendimi içki ve kumara vererek değil, okumaya ve çalışmaya borçluyum. Esir Kampında üçbine yakın Alman ve Avusturya subayı vardı. Fabrikatör ve sanatkârından tutunuz da Feylesofuna, şairine, Avukat ve Hakimine kadar her cinsten artistler ve münevverler kitlesi. Orası, isteyen için her fakülteyi kucağına toplamış bir üniversite idi. Kızılhaç Cemiyeti’nin gönderdiği onbinlerce ciltlik kütüphanesi ile bir günde her cinsten en az on konferans verilen barakaları ile bir üniversite, öyle hummalı bilgi kaynağı ki az zamanda kafayı, ruhu, büsbütün değiştirerek yepyeni adam yapıyordu.” sözleri ile dile getirmiş, bir avukatın çalışma ve araştırmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatmıştır.
Avukat Ali Haydar Özkent 1940 baskı Avukatın Kitabı adlı eserinde;
“Adaleti kontrol eden ve hatta bilgisiyle hakkı yaradan avukattır. Erdemli hakimlerin karşılarında daima avukat görmek istemeleri, davasını anlatamayan iş sahiplerine avukat tutmayı teklif zorunda olmaları da bu sebepledir.” sözleri ile yargılamadaki rollerini ifade etmiştir.
Kitabının son paragrafında “Yaptığı iş insanlığın üzerinde titrediği adalete yardım olan genç Türk avukatı! Mesleğini sev yalnız sevmekle kalma, böyle bir mesleğe mensup olduğun için gurur da duy. Çünkü sevilecek ve gurur duyulacak kadar asil ve güzeldir. Bu mesleği sevmeyen, kalbinde onun mukaddes ateşi yanmayan, asil ruhlu olmayan, mesleği bir tezgâhtar, bir Lonca esnafı gibi günlük rızkı için yapan, mesleğin asil heyecanını duymayan adam iyi bir avukat değildir ve olamaz. Haklı gördüğü bir ihtilafı adalet huzurunda, hasis ve sefil duygulardan uzak, hakkın ve vicdanın emrinden başka hiçbir emir dinlemeyerek ilmin, kanunun ve medeni cesaretin verdiği imtiyazlı adamdır ki memleketine, mahkemelere, muhitine, müdafaa sevgi ve saygı telkin edebilir. Öyle bir Adam! ki, yalnız doğru söyler ve her söylediği söz doğru görülür.” sözleri avukatlar için yol haritasıdır.
27 Haziran 1938 Tarih ve 3499 Sayılı Avukatlık Kanunu mesleği yapılanmasında daha ileri adımlara neden oldu. Dönemin Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Baro temsilcileri ile yaptığı toplantıdaki sunumu Cumhuriyet yönetiminin Avukatlık mesleğine müspet bakışının en açık kanıtıdır.
Tarih 13 Ocak 1937, yer Adalet Bakanlığı Bakanlık Kütüphanesi, konuşan Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu;
“Bugün avukatlık mesleğini baştanbaşa yeni esaslara göre tanzim eden kanun layihasını tetkik maksadıyla toplanmış bulunuyoruz. Eldeki projenin en bariz hususiyeti, avukatlığı amme hizmeti mahiyetinde bir meslek addetmiş ve avukatların hukuki bilgi ve tecrübelerinin adalet hizmetine tahsisini mesleğe gaye olarak göstermiş olmasıdır. Bu hususta avukatlarla aramızda tam bir mutabakat bulunduğuna eminim. Her avukat mesleğini tasavvur ederken bir hakim portresi çizer… İnkılâp yapmış, yeni bir rejim kurmuş olan her yerde avukatlık mesleğini o inkılâbın esaslarına göre tanzim zarureti belirmiştir. Nitekim İtalya Avukatlar kanunu süratle faşizmin esaslarına uygun bir hale geldiği gibi, Alman Avukatlar kanunu da nasyonal sosyalizmin damgalarını taşımaktadır. (Her iki yasada da avukatlık mesleği devlet memurluğu haline getirildi. Özgürlük ve bağımsızlık yok edildi.) Biz de layihamızı Cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, devletçi, realist rejimimizin bir kelime ile Kemalizm’in derin izleriyle takviyeye çalıştık…. Doğruluk ve nezahet, ehliyet ve seciye her meslekte zaruri sayılan vasıflardır. Fakat hiçbirinde bu zaruret kendisinde avukatlıkta olduğu kadar şiddetle göstermez. Bu sebeple avukat “Söz söylemesini bilen namuslu adam” diye tarif edilmiştir… Bundan başka, hiçbir meslek fertlerin hususi hayatına derece yakından karışmış değildir: Vatandaşın şeref ve menfaatini müdafaa vazifesini meslek edinmiş olanlardan yüksek bir seciye, doğruluk ve nezahet aramaktan daha tabii bir şey olabilir mi… Bundan dokuz ay önce neşretmiş bulunduğumuz projenin bu hükümlerini dikkatle tetkik etmiş olduğunuzdan eminim. Bu şartlar altında avukatlık sanatı, müntesiplerinin gururla taşıyacakları şerefli bir vasıftır. Kazançlarını adaleti oyalamakta arayan avukatlar artık meslekte barınma imkânı bulmamalıdır…” sözleri ile yasa değişikliği gerekçesini açıklamış,
Toplantıya katılan İstanbul Barosu Temsilcisi Avukat Ali Haydar Özkent, “Bizden olmadığınız avukatlıktan yetişmediğiniz halde mesleğimizle bu kadar candan ve yakından alakalandığınızdan dolayı sizi tüm ruhumla, meslektaşlarım namına, tebrik ederim. Bütün satırlarından hüsnüniyet fışkıran, ruhunda mesleğin mukaddes ateşi yanan bir meslek adamı gibi meslek aşkile böyle bir layiha yazan mesai arkadaşlarına malik olduğunuzdan dolayı sizi yine tüm kalbimle tebrik ederim…” sözleriyle baro adına kutlamıştır.
19 Mart 1969 Gün ve 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu
1961 Anayasasının anayasal anlamda getirdiği birtakım değişiklikler avukatlık mesleğine de yansımış ve bu doğrultuda yapılan değişiklikler sayılı Avukatlık Kanunu yürürlüğe sokulmuştur.
Yeni yasa avukatların mesleki çıkarlar etrafında örgütlenmesinin kurallarını düzenlemiş ve Türkiye Barolar Birliği adı altında yeni bir üst örgüt getirmiştir. Yasa’da avukatlık mesleğinin “kamu hizmeti” olduğuna ısrarla vurgu yapılmıştır. Bununla beraber mesleğin bir serbest meslek olduğu da kanunda belirtilmiştir. Avukatın hak ve sorumlulukları bakımından devlet memurlarına, daha doğrusu C. Savcılarının mertebesine yakın bir statüye sokulduğunu görüyoruz. Vekâletname olmaksızın dosya tetkiki, evraktan suret çıkarma, tebligat icrası gibi yetkilerin üzerinde önemle durulmuştur. Avukatlık ruhsatının Adalet Bakanlığından değil meslek örgütünden Barolar Birliğinden alınması esası getirilmiştir. Avukatlık mesleğinin kapsamı genişletilerek “savunma mesleği” olmasının yanı sıra “hak arama mesleği” olduğu da kanunda vurgulanmıştır. Böylelikle avukat çekişmesiz işlerin de takibini yapabilecektir. Gerçi “hak arama faaliyetine” ilk zamanlar hoş bakılmamış, mesleğin bozulma nedeni olarak algılanmışsa da zaman içinde avukatlık mesleğinin ikinci ve önemli bir faaliyeti konusu haline gelmiştir.
Avukatlık Yasasının 34. maddesi “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmakla yükümlüdürler.” hükmü ile avukatlık hizmetinin KUTSAL BİR GÖREV OLDUĞU yasa koyucu tarafından açıklanmıştır. Bu hükme 2001 değişikliği ile Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları da dahil edilmek suretiyle avukatın görev sorumluluk alanı genişletilmiştir.
2001 yılında 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nda yapılan değişiklik ile meslek önemli kazanımlar elde etmiştir. 1. Maddede yapılan değişiklik çok önemlidir. Buna göre “Avukatlık kamu hizmeti ve serbest bir meslektir. (Değişik 02.02.2001- 4667/1m), Avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder.” sözleri ile avukatın yargılamanın ayrılmaz bir parçası, kurucu öğesi olduğu tartışmaya yer vermeyecek biçimde kabul edilmiştir. Ancak yetersizdir. Avukatların Anayasa’da Yargı bölümü içinde yer alması gerekir. Mücadeleden asla taviz verilmemelidir.
Türkiye Barolar Birliği’nin ilk başkanı Prof. Dr. Faruk Erem’dir. 3 dönem 12 yıl aralıksız başkanlıkta bulunmuş, başkanlık görevinden ayrılacağını 3. dönemin bitmesine iki yıl kala açıklamıştır. Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları onun düşünce ve emek birikiminin ürünüdür. Türk avukatları Şerhli Meslek Kuralları, Bir Ceza Avukatının anıları ve diğer eserleri nedeniyle kendisini daima minnet ve şükranla anacaklardır.
Cumhuriyetin İlk kadın avukatı İstanbul Hukuk Fakültesi’nden 1923–1924 öğrenim yılında mezun olan Süreyya Ağaoğlu’dur.
Genç bir bayan Fakülte Reisi Devletler Hukuku Profesörü Selahattin Bey’in kapısını çalar ve odaya girer. Valide Sultanisi’ni bitirdiğini, Hukuk Fakültesine girmek istediğini belirtir. Genç bir bayanın bu cesareti odada bulunan Prof. Veli Bey ve kâtibi Umumi Rauf Bey tarafından hayret ve tebessümle karşılanmıştır. O güne kadar kızların tamamı çarşaf giymesine, Hukuk Fakültesinde tek bir bayan öğrenci olmamasına rağmen, gri tayyörle gelen bu kıza biraz şaşkın, biraz saygın bir biçimde şöyle bir baktıktan sonra, belki de vazgeçeceğini hatta başka bir arkadaş bulamayacağını düşünerek üç bayan arkadaş daha getirirse fakülteyi alacaklarını söylemişlerdir.
Genç Süreyya, Bedia, Melahat ve Saime hanımları ikna ederek Hukuk Fakültesine kaydolmuştur Süreyya Hanım İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1923, 1924 yılında mezun olmuştur. 1927 yılında Ankara Barosu levhasına kaydolarak serbest avukat olarak çalışmıştır.
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ’NİN AVUKATILIK MESLEĞİNE BAKIŞI;
AİHM kararlarına baktığımızda sav-savunma-karar üçgeninde gerçekleşen yargılamadaki rolünün önemini çok açık bir biçimde görürüz.Mahkeme hemen hemen tüm kararlarında Avukatların mesleklerini icra ederken baskı altına alınmadan özgür bir şekilde hareket etmeleri demokratik toplum için önemli olduğu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin etkin biçimde uygulanabilmesi için gerekli ön koşul olduğu tartışmaya yer vermeyecek biçimde açıklanmıştır.
Elçi ve diğerleri - Türkiye 2003 tarihli karar;
“Mahkeme adaletin idaresi ve hukuk kurallarının öneminin hukuk üzerindeki merkezi rolüne vurgu yapmıştır. Avukatların mesleklerini icra ederken baskı altına alınmadan özgür bir şekilde hareket edebilmeleri demokratik toplum için önemlidir ve sözleşmenin hükümlerinin etkili olabilmesi için gerekli ön koşuldur. Avukatlara yönelik baskı ve zulüm bu nedenle Sözleşme sistemi için önemlidir.
Bir hakim ya da savcı tarafından arama emri verilmemiştir ayrıca adli otorite tarafından aramadan önce ya da sonra bir arama kararı alındığına dair delil bulunmamaktadır.
Arama ve el koyma oldukça kapsamlıdır ve özel bir yetki olmaksızın başvurucuların profesyonel çalışmalarına ilişkin belgelerine el konulmuştur..Mahkeme bir kez daha yetkililerin konuya dahil olmadığını saptamış ve hiç bir yetki, koruma olmadan yapılan arama ve el koyma önlemlerinin 8. maddeyi ihlal oluşturduğuna” karar vermiştir.
Bu karar gereği Avukatlık Kanunu 58. maddede yapılan değişiklikle avukatların büro, ev ve üst aramalarının bizzat Cumhuriyet Savıcısı tarafından ve bir baro temsilcisinin bulunması ve kararda aramanın hangi konuda yapılacağının açıkça yazılması koşulu ile mümkündür.
Mahkeme avukatların savunma yöntemlerini serbestçe tayin ve bu hususta yaptıkları çalışmalara engel konmasının olamayacağını, avukatların mesleki görevlerini tam olarak yerine getirmelerinin doğal hakları olduğunu bildirerek, savunmaya konan engellerin sözleşmenin 6. maddesinin ihlali olacağını çok açık biçime bildirmiştir. Schönberge Durmaz/İsviçre 1998 kararı güzel bir örnektir. Schönberge tutuklu bulunan Durmaz’a mektup yazarak susma hakkını kullanmasını gerektiğini bildirir. Bu mektup sanıktan gizlenir. Mahkeme bir başka avukat tayin eder. Durmaz hapisten çıktıktan sonra olay meydana çıkar ve her ikisi birlikte dava açarlar.
Mektupta, “…Sorgunuz sırasında yanıt vermeme hakkınız bulunduğunu anımsatmak görevimdir.
Ağzınızdan çıkacak her söz, kanıt bulup suçluluğunuzu ispat zorunda bırakabilir. Susmayı yeğlerseniz savcılık kanıt bulup suçunuzu ispat zorunda kalacaktır. Siz açıklama yapmamakta direnince, olabilir ki savcı tartışma çıkarıp tanıkları dinlemek, başka kanıt toplamak ya da yeni bir soruşturma başlatmak gibi nedenlerle tutukluluğunuzu uzatacağını söyleyerek baskı kurmayı deneyebilir.
Böyle şeyler olunca aldırmayın. Haklarınızı bilip herhangi bir açıklama yapmamak yararınızadır.
Mahkeme, avukatın savunmasını üstleneceği kişiye susmasını, sorulara yanıt vermemesini önermesinin, onun mesleki görevi, doğal hakkı olduğunu belirtti. Sorgulanan sanığın yanıt vermemekte direnmesinin yasal bir hak olduğu, bu yöntemi seçen avukatın görevini üstlendiği kişiye haklarını bildirmesinin önlenemeyeceğini vurgulandı.”
Yine Steur Hollanda davasında AİHM avukatın savunma babında yazdığı yazılardan dolayı suçlanamayacağını, bu tür soruşturmaların kabul edilemeyeceğini bildirmiş, Avukatların yargılamada kilit rol üstlendiklerini açıkça bildirilmiştir.
Steur - Hollanda 28.10.2003 tarihli karar;
“Mahkeme, avukatların halk ile mahkemeler arasındaki aracılar olarak sahip oldukları özel statünün, adalet dağıtımında kendilerini merkezi bir konuma yerleştirdiğini hatırlatır.
Böyle bir konum, Baro üyelerinin davranışlarına getirilen olağan sınırlamalara anlam vermektedir. Dahası, hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlette temel bir işlev gören ve adaletin garantörü olan mahkemeler, halkın güveninden yararlanmak zorundadırlar.
Avukatların bu alandaki kilit rolleri göz önünde tutulduğunda, adaletin gereği gibi dağıtılmasına katkıda bulunmaları ve böylece halkın güvenini sürdürmeleri beklentisi, haklı bir nedendir.
Başvurucuya herhangi bir yaptırım uygulanmadığı doğrudur. Fakat böyle olmakla birlikte, müvekkilinin ifadesinin alınma tarzını eleştirmesinin geçmişe yönelik olarak incelenme tehdidini, müvekkilinin çıkarlarını savunan bir avukatın göreviyle bağdaştırmak zor olup, mesleki görevlerini yerine getirirken “soğuk duş” etkisi yapabilir.”
Görüldüğü üzere AİHM, Sözleşme hükümlerinin etkin biçimde kullanılması, yaşama geçirilmesinde avukatların önemli olduğunu vurgulamakta ve bu nedenle her tür baskı ve kısıtlamanın demokratik toplumlarda kabul edilemeyeceğini ısrarla vurgulanmaktadır.
Bir ülkede avukata tanınan hak ve görevler tırpanlanıyor, savunmanın önüne engeller konuyor, yargılama işlevinden dışlanıyorsa o ülkede gerçek demokrasi, Adalet yoktur, insan hakları göstermeliktir.
Avukatlar demokrasinin turnusolüdür.
Av. M. Haşim Mısır
Bu makalenin hazırlanmasında Avukat Adil Giray Çelik’in “Tarihte Savunma-Meslek Kuralları” Avukat Ali Haydar Özkent’in “Avukatın Kitabı”, Avukat H.Argun Bozkurt’un “Hukukun Öyküsü”, Prof. Dr. Ejder Yılmaz’ın “Bir Meslek Olarak Dünden Yarına Doğru Avukatlık” isimli eserlerinden yararlanılmıştır.
Hits: 37540