SİYASET
~ 21.05.2011, Yeni Yaklaşımlar ~
SİYASET (Alm. Politik; Fr. Politique; İng. Politics)
Siyaset kavramının tarihsel kökenini Antik Yunan’da, Aristoteles’in aynı isimli kitabına kadar götürmek mümkündür. Aristo, siyasetin temel tanımını “Devlet işleri” olarak belirlemişti. Etimolojik köken açısından da, Yunanca şehir anlamına gelen “polis” sözcüğünden türetilme olan politikanın, esas olarak Yunan şehir devletlerinde, şehirli yurttaşların yönetilmesi ile ilgili olduğu iddia edilebilir. Bir özel belirlenim olarak, siyasetin yönetim işleri ve şehirleşme-yurttaşlık ilişkisi ile ortaya çıktığı da akıllarda bulundurulmalıdır.
Bununla birlikte, siyasetin bir kurum olarak bulunduğu toplumsal yapının, önsel olarak bir yöneten-yönetilen ayrımı getirdiği varsayıldığında, insanlığın siyaset ile haşır neşir olması, Yunan şehir devletlerinden çok daha önce başlamış olmalıdır. İlk işbölümünün ortaya çıkışı, kadın ile erkek arasındaki toplumsal cinsiyet ayrımlarının belirginleşmeye başlaması, insan türünün alet yapımı ve teknik üretim ile beraber doğayı kontrol altına almayı becermesi, siyaset aygıtının işletilmesi, yani insan topluluklarının belirli organizasyonlar etrafında bir araya gelerek akrabalık yahut klan bağlarıyla yapılamayacak kimi işleri daha üst bir kuruma kendi iradeleri doğrultusunda ya da zorla devretmeleri vesilesiyle gerçekleşmiştir.
Bu noktada, mutlaka “Devlet” kavramı da gündeme gelecektir. Eğer siyaset bir yönetme-yönetilme ilişkisini bünyesinde barındırıyorsa, yönetenlerin tarih boyunca değişik biçimlerde kullandığı aygıt olan Devlet de siyaset tartışmalarının merkezinde durmak zorundadır. Buna rağmen, Devlet’in bir nedenden çok sonuç olduğu da akılda tutulursa, siyaset kavramının ortaya çıkışına dair daha yeterli görünen şu tanıma ulaşılabilir:
Siyaset, insanlığın işbölümü, özel mülkiyet ya da en genel anlamıyla sınıflı toplum yapısına geçiş yaptığı dönemden sonra ortaya çıkan bir fenomendir. Kimin avlanacağından kimin savaşacağına, avlanan üründen aslan payını kimin alacağından yontulmuş bir baltanın kimin mülkiyetinde olacağına kadar bir dizi insan faaliyeti, son çözümlemede siyasi mekanizmaların belirlenimine; daha soyut söylenecek olursa, hangi sınıfın hangi sınıf üzerinde tahakküm kurduğuna; yine bir başka deyişle, üretim araçlarının mülkiyetinin kimlerin tekelinde olduğuna göre ortaya çıkar.
Bu durumda ayrım daha belirginleşmiş olur. Poulantzas’ın önerdiği biçimde, hukuki bir üstyapıyı temsil eden politik düzey olarak devlet ile sınıflar arasındaki mücadele olarak siyaset farklı kerteler haline gelir.
Eğer Marksist kavrayışta her sınıf mücadelesi aynı zamanda siyasi bir mücadele ise, buna ek olarak tarihin motor gücü de sınıf savaşımı ise, insanlığın tarihsel gelişimini siyasetin motive ettiği söylenebilir. Yine de, siyaset kurumunun ve kavramının hangi süreçlerde ve ne zaman birbirlerinden ayırt edilebilir kimi somutluklar çerçevesinde değerlendirilebileceği, meşru bir soru olarak ortada durmaktadır.
Marx’ın kendisinden sonraki Marksizme kapsamlı bir siyaset teorisi bırakmadığı biliniyor. Kendisinden önceki sosyalist akımların “eksik teorisi”ne ve komploculuğa varan kimi pratik faaliyetlerine karşın, Marx’ın kapitalizmi bir tarihsel dizge etrafında açıklamaya girişmesi ve özellikle belirli bir dönem kapitalist üretim tarzının girdiği her toplumu belirli bir politik-üstyapısal düzlemde aynı seviyeye getireceğine dair inancı siyasetin ve ideolojinin bağımlı değişkenliğini abartmasına neden olacaktı. Daha sonra ise, özellikle Rus Anarşizmi ve Narodnizm eliyle, siyaset ve siyasi mücadele, bir tür burjuva fenomen olarak görülecek ve varlıkları kapitalizmi varsaydığı için reddedilecekti. Her şeye rağmen, Marx, işçi sınıfı hareketinin nihai hedefinin siyasi iktidarın ele geçirilmesi olduğunu söylüyordu.
Lenin’in kavradığı siyaset ise en genel anlamıyla “somut durum”dur. Somut durum, buna konjonktür de denebilir, verili andaki sınıf mücadelelerinin ve o mücadeleyi belirleyen yapısal bütünün kesiştiği noktadaki ihtimallerin toplamı olarak düşünülmektedir. Bu somut durum, anlaşıldığı üzere, içinde tarihselliği de barındırmakla birlikte, varlığına toplumsallık içerisinde kavuşur. Ayrıca, bu somut durumun bağlandığı nihai sonuç, iktidar sorunudur. Devlet iktidarının ele geçirilmesi, bu kesişme noktasının, düğümün çözümünün merkezinde durmaktadır.
Kapitalizmin temel özelliklerinden olan siyaset ile ekonominin ayrışması fenomeni, Marksizm içindeki ekonomizm-iradecilik, özne-yapı, öz-biçim vb gibi karşıtlıklar söz konusu olduğunda “çubuk bükme” sanatının ortaya çıkmasına da vesile olacaktı. İşçi ile burjuvazinin üretimdeki nesnel konumları, “fabrikanın içi”, politik olsa da doğrudan politik bir konumlanışa yol açmaz. Ekonomi siyasetten bağımsız ve kendi mantığı olan piyasa mekanizmaları eliyle işletilir. Buradan çıkan temel iki sonuç, işçinin nesnel konumunun veri alınarak siyaset yapılamayacağı ve işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşınmasıdır.
Lenin’in öncü parti fikrine gelmeden önce, siyasetin mekânına bakmak gerekiyor. Burjuva devrimleri çağında, burjuvazinin diğer ezilen sınıfları da arkasına alarak yaptığı en belirleyici müdahale, tüm toplumsal sınıfların eşitliği amacıyla, bu sınıfları da siyaset sahnesine çekmek oldu. Bunun belirtileri ise, merkezi iktidar aygıtı, ulusal meclisler, genel oy hakkı gibi siyasi özgürlükleri genişletmek olarak ortaya çıktı. Sayılan özgürlükler, aynı zamanda Ulus’un temel mücadele birimi olarak kabul edildiği anlamına da geliyordu. Bu siyasi özgürlükler ise, yerel feodaller ve mutlakçı krallıklarla mücadele içerisinde gelişti. Burjuvazinin ulusal meclislerin, yani yasamanın gücünü artırmak istemesi, aristokrasinin siyasi gücünü azaltmak istemesinden kaynaklanıyordu. Böylece siyasetin temel aygıtı meclisler ve kaynağı da gökyüzü değil, ulus iradesi haline geliyordu.
Siyaset ile ekonominin ayrılması görüngüsünün, salt bir görüngüden ibaret olduğu iddiası eksik kalacaktır. Bu eksiklik, sınıfın üyeleri ile sınıfın siyasetini taşıyan kadrolar arasındaki açıya da ışık tutar. Dışarıdan bilinç taşınan, gündelik-ekonomik çıkarları ile tarihsel çıkarları arasında bağ kurulacak olan yalnızca proletarya değildir. Burjuvazinin yönetim aygıtı olan devletin burjuvazinin güncel çıkarlarını koruduğu gibi, tarihsel çıkarlarını ve toplumsal ödevlerini de üstlenmesi siyaset ile ekonomi arasında açılan yarıkta hayat bulur.
Benzeri bir akıl yürütme, doğal olarak, proletarya için de geçerlidir. Nesnel sınıfsal konumlanışlar, yani “işçi olma” ya da “kapitalist olma” hali bütünün kavranması için yeterli değildir. İşçi, işçi olduğundan siyaset yollarını arayabilir; ancak bulup bulamayacağı meçhuldür. Lenin’in Ne Yapmalı’da ortaya koyduğu, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin sendikalizm-ekonomizm eksenli bir siyasal bilince denk düşeceği iddiası, doğal bir sonuç olarak öncülük mekanizmasını devereye sokacaktır. Proletaryanın siyasal görevlerine hazırlanması ve bunun bilincine ulaşması, bir siyasal öncü, yani Parti vasıtasıyla gerçekleştirilecektir.
Siyasetin nasıl yapılacağı sorusunun Marksistler arasında polemiklere konu edilmesi ise kaçınılmaz olmuştur. Lenin’in Karl Kautsky ve Rosa Luxemburg arasındaki tartışmaların, yalnızca siyasi pratiğin niteliğine ilişkin olduğunu düşünmek doğru değildir. Yukarıda söz edilen dikotomilerde uçlardan birisini tercih etmek yahut “çubuk bükmek”, kişinin siyaset ve Marksizm kavrayışını da ortaya serecektir. Örneğin, Rosa Luxemburg’un “kitle grevi” yöntemi, Lenin için yeterli olmadığı gibi, Lenin’in öncü parti anlayışı ile Luxemburg’un parti anlayışı, dolayısıyla da siyaset teorileri arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır. Ekonominin siyaseti belirlemesinden Gramsci uçuşkan bir siyaset alanı teorisi çıkartırken, Althusser neredeyse siyasetsiz bir siyaset düzlemi türetmektedir. Üstelik çubuğun büküle büküle kırılabileceği iddiası da mevcuttur. Ekonomik başatlığı siyasetin üstüne koymak bir tür “indirgemecilik” ile suçlanabildiği gibi, siyasete verilen ağırlık, “konjonktürün başatlığı”na esir düşmek ile suçlanabilmektedir. Bütün bu soruların cevabının değil de, soruların kendisinin bulunacağı yer ise, her koşulda “somut durum”dur.
(Kaynak: http://mlam.tkp.org.tr/)
Hits: 29663