SÖMÜRGECİLİK

~ 11.05.2011, Yeni Yaklaşımlar ~
SÖMÜRGECİLİK  (Alm. die Kolonisierung; Fr. Colonialisme; İng. Colonialism)
 
Sömürgecilik, bir ülkenin başka bir ülke ya da topluluğun topraklarında ekonomik faaliyetler yürüttüğü, çoğunlukla siyasi karakterde bir yerleşim kurmasıdır. Sömürgecilerle toprakları istila edilen yerliler arasında eşitsiz bir ilişki kurulur. Topraklar ve üzerinde yaşayan halklar, sömügecilerin çıkarları lehine uygulanan üretim biçim ve ilişkileri doğrultusunda, toplumsal ve siyasal alanda yeniden örgütlenirler. 
 
Klasik sömürgeciliğin, Avrupalılar tarafından başlatılan ilk keşiflerden 19.yy ortalarına kadar geçen sürede, Yeni Dünya’nın işgalinin arkasında yatan toplumsal meşruiyet zeminini Avrupalılarla diğer kıtaların yerli halkları arasında hiyerarşik bir ilişki kurulması ve yerli halkların Avrupa uygarlığıyla karşılaştırıldığında barbar olarak nitelenmesi oluşturur. “İnsan”ın altında bir kategori olarak değerlendirilen yerli halklara uygarlık götürülmesi, bu durumun yaygın ifade biçimidir. 
 
Klasik sömürgecilik dönemi, Avrupa’da feodalizmden yeni bir sosyo-ekonomik formasyona geçiş dönemi sancılarının izlerini taşır. Bu açıdan, Haçlı Seferleri, Reform, Rönesans ve feodal dönemin güçsüz krallarının zenginleşme ve güçlenme hırsları, her biri kendi adına sömürgeciliğin zeminini çizmede Avrupa egemen sınıflarının elini kolaylaştırmıştır. Ancak, bütün bu farklı tarihsel olguları üst-belirleyenin kapitalist üretim biçiminin Avrupa’da yeşermeye başlaması olarak görmek gerekir. Nitekim, Avrupa kapitalizmi olgunlaşmak ve evrenselleşmek için sömürgeciliğe ihtiyaç duymuştur. Bu açıdan, klasik sömürgecilik Avrupa kapitalizminin serpilme yatağıdır. 
 
Klasik sömürgeciliği de kendi içinde İber yarımadası monarkları tarafından uygulanan doğrudan sömürgecilik faaliyetlerini içeren bir ilk dönemle (15. ve 16. yüzyıllar), bu bölge imparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve İngiltere’nin ticaret ve finansa dayalı yayılmacılığına dayanan, 17. yüzyılda ağırlığını koymuş sömürgecilik dönemi olarak ayrıştırmak mümkündür.
 
İberli sömürgecilerin öncelikli motivasyonları Doğu’ya ulaşmada yeni yollar keşfetmek ve böylece ticarette Müslümanların hakimiyetini kırmaktı. Dönemin güçlü kral ve kraliçelerinin sponsorluğunu yaptığı keşif gezilerinin sonucunda ulaşılan yeni topraklar,  bu amaca hizmet etmenin ötesinde, geçiş dönemi sancıları yaşan Avrupa’ya yeni bir soluk imkânı tanıdı. Kilise’nin Hristiyanlığı yayma ateşinin Kıta Avrupası’nda Rönesans ve Reform tarafından  söndürülmesi, bu ateşin Yeni Dünya’yı yakmasını engelleyemedi. Öte yandan, Yeni Dünya, gözlerinde siyasi iktidarların meşruiyetinin giderek azalmaya başladığı yoksul köylülerin, topraksızların, kırlardan kentlere göçen ama henüz proleterleşememiş güruhların Kıta Avrupası’ndan tahliye edilmesini ve bu artık nüfusun denizaşırı topraklarda servet avcılığına soyunmasını sağladı. 
 
İber yarımadası monarkları, Yeni Dünya’da kurulan koloniler sayesinde yeni gelir elde etmenin ve uluslaşma yolunda ilerlemenin de ilk tohumlarını atmış oldular. 
 
Klasik sömürgeleşmenin Avrupa’da kurumsallaşmasının ilk tarihi olarak, 1494 yılında, döneminin sömürgeci güçleri İber yarımadası devletlerinden Protekiz ve İspanya’nın Amerika Kıtasındaki yayılmacı hırslarının çakışması sonucu, bu devletlerin Papa’nın çektiği bir sınır çizgisiyle kıtayı aralarında kuzey ve güney kısımlar olarak paylaştığı Tordesillas Anlaşması gösterilebilir. 
 
Klasik sömürgecilik döneminde söylem düzeyinde de olsa kolonilerdeki tüm topraklar hâlâ Kral’ın kişisel mülkiyeti olarak görülüyordu ve sınırlı sayıda aristokrat bu topraklarda vergi toplama, yasa yapma, adalet tesis etme gibi sınırsız haklara sahipti. Yeni Dünya hızla Avrupa’dan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendiriliyordu.  Henüz ticari anlaşmalar serbestleştirilmemişti ve plantasyonlarla Afrika’dan köle ticareti yaygın bir uygulama değildi. Yerli halkı kırıma uğratan sömürgeciler, Amerika’nın ormanlarında, topraklarında köle olarak çalıştırmak üzere insan avına çıkıyorlardı. 
 
Sonuç olarak, klasik dönem sömürgeciliğin ilk yarısı pre-kapitalist bir döneme denk düşer. Bu dönemde kolonilerde Avrupa’dan göçle gelen yerleşimciler sayıca fazladır; çeşitli plantasyonlar kurulmaya başlandığı gibi, madencilik faaliyetlerine de adım atılır. Dönemin belirleyici özelliğini, sömürgelerin kurulduğu yerlerde yerlilerden gasp edilen altın ve gümüş gibi değerli madenlerin Avrupa’ya taşınması oluşturur. 
 
17. yüzyılla beraber Avrupa’da yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açtı. Değerli madenlerin Avrupa’ya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupa’da yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden oldu. Yükselen enflasyon, kira ve kredilerle geçinen toprak sahibi lordların ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açtı. Böylece, ileride emperyalizm için çok faydalı işler yapacak olan Hollanda ve İngiliz Doğu Hindistan şirketleri için parlak günler başlamış oldu.
 
17. yüzyılın Avrupa’da uzun süreli bir ekonomik kriz çağı olması, iktisadi alanda yeni bir ideolojinin gelişmesine neden oldu: Merkantalizm. Merkantalizm sömürgecilik açısından bir sıçramaya denk düşüyordu. Devletler iktisadi olarak güçlenmek ve kendilerini korumak amacıyla daha fazla hammadde kaynağı arayışına yöneldiler ve çözülen İber yarımadası imparatorluklarının elinde olan Güney Amerika kolonilerine gözlerini diktiler.  Bu dönemin dönüm noktalarından birini, şeker kamışı üretiminin Avrupa pazarında fazlasıyla karşılık bulması sonucu yayılması ve Afrika’nın köle ticareti yoluyla sömürge sistemine katılması oluşturur. 
 
Yüzyıllarca süren ve sömürgeciliğin bel kemiğini oluşturan köle ticaretinin 19. yüzyılın ortalarında sona ermesi, bir anlamda sömürgeciliğin de tarihinde yeni bir döneme girdiğinin bir göstergesidir.  Köle ticaretinin sona ermesinde aydınlanma ile  eşitlik fikrinin gelişmesi ve yayılması kadar Adam Smith gibi yaratıcı yazarların bu uygulamanın serbest pazar ilkesine uymaması ve bu açıdan ücretli emek gücü kavramıyla kan uyuşmazlığının olmasıdır. Adam Smith’e göre, ücretli işçiler kölelerden daha sıkı çalışmaktadırlar. Ancak, köleliğin kaldırılmasında Fransız Devrimi’nin etkisi daha önemlidir. Bu fikirlerin etkisiyle, 18. yüzyılın sonunda Haiti’de ayaklanan köleler Fransız sömürge efendilerini ülkeden kovmuşlardır.  Ancak, köle ticaretinin pratikteki karşılığının kaybolması, ancak merkantilist iktisadın miladını doldurması ve yerini serbest ticaret ilkesine bırakmasıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın başında, kapitalizme geçişte öncü ülke İngiltere, köle ticaretini yasakladığı gibi diğer ülkelerin de yasaklamasını sağlamıştır. Yasakla beraber yasal olduğu günlerin yarı fiyatına satılmaya başlanan kölelerin sağladığı ucuz emek gücü, İngiltere’nin ticaretteki üstünlüğünü zedeliyordu.  Bu uğurda İngiltere, köle ticaretini sürdüren ülkelere savaş ilan edebilecek kadar kapitalizmin kurallarını belirlemeye kararlıydı. Nitekim, yeni tür bir sömürgeciliğin kurallarını belirlemekte de gecikmedi. 
 
İngiltere’nin yeni sömürgecilikteki öncü rolü, Britanya’da, Kıta Avrupa devletlerine göre çok daha erken dönemde yaşanan kapitalistleşme sürecine bağlanabilir. 1688 sürecinde devletin şahsi bir mal olması meselesine son veren İngiltere’de siyasetle ekonominin ayrışması ve siyasi yönetimin kişisel/özel bir yönetimden anonim bir yönetime geçişi, aynı ülkenin dış politika şeklini de belirledi. İngiltere, Kıta’nın eski tür saray evliliği politikaları, devamlılık savaşları, hanedanlık birleşmeleri mantığı üzerinden devinen ortaçağlı siyaset sahnesini terk edip, bu devletleri elde ettiği sömürgelerle dengelemeye, kıtadaki baskısını geri çekmeden uzaktan kontrol politikası gütmeye başladı. Bir anlamda, eski tür emperyal politikaların yerini daha dolaylı ve bir o kadar etkili emperyalist politikalar aldı. 
 
Aslında 1870 sonrasını kapsayan bu döneme emperyalizm dönemi olarak ad koymak daha doğru olacaktır. Zira imparatorların sömürgeler yoluyla zenginleştikleri dönemler, yerini ulus-devletlerin emperyalist eğilimlerine bırakmıştır. Üstelik, emperyalist yayılmacılık, türlü sömürgeleştirme politikalarını aynı anda bağrında taşıyan ama temel motifinin finans sermayenin gelişmesi olduğu bir süreçtir. Emperyalist düzenin kullandığı sömürgeleştirme politikalarının bu dönemki ana özelliklerine odaklanmak, adına yeni sömürgecilik de denilen bu dönemi anlamayı kolaylaştıracaktır.
 
Yeni sömürgeciliğin belirgin özellikleri üzerine devam etmeden önce atlanmaması gereken bir noktayı, 19. yüzyıl’ın ortalarında, henüz insanlığı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyecek yeni vahşi yayılmacı politikalar tekrar işleme konulmadan önce,   egemen sınıfların da destekler göründüğü anti-sömürgecilik rüzgârı oluşturuyor. 1815’te Fransa’nın Amerika kıtasında ve Doğu’da kaybettiği koloniler, 1822 yılında Portekiz’in Brezilya’yı yitirmesi, Kuzey Amerika’daki 13 koloninin İngiltere ile iplerini koparması gibi somut mücadelelerin sonucunda oluşan bu rüzgâra, 1852 yılında Disraeli’nin, haddinden fazla genişleyen sömürgelerin artık bir yük haline geldikleri sözleri damgasını vurur. Öngörülen, bütün kolonilerin yakında bağımsızlıklarına kavuşacağıdır. Hatta yeni sömürgeciliğin dizginlerinden boşanacağı yılların arifesi olan 1868 yılında, Bismarck, sömürgeciliğin ana yurda yaptığı varsayılan katkıların çoğunun hayali olduğunu söyler. Ancak, 19. yüzyılın bu güçlü kişiliğinin fikri, 4 yıl içinde hızla tersine dönecektir. 
 
Sömürgeciliği niceliksel olarak betimlemek doğru olmayabilir. Hatta, içerdiği zulüm ve kıyımın hesabı ve karşılaştırması yapılamaz. Ancak, yeni sömürgeciliği yeni yapanlardan birisinin daha önce olmadığı kadar çok miktarda toprağa el konması olduğu söylenebilir. Ancak, bütün bu el koyma sürecinin arkasındaki meşruiyet kaynağı, artık “uygarlaştırıcı misyon” olmaktan başka bir yere kaymıştır: Rakip ülkeye üstünlük sağlamak ve sınıf savaşımının ulusu dağıtıcı etkisini bertaraf edecek bir vatanseverlik duygusunun gelişmesi. Bunlar, 19. yüzyılın liberal dünüşürlerinden Alexis de Tocqueville’in önermeleridir. Dahası Tocqueville, yerli halkların boyun eğmesinin sağlanmasıyla uğraşılması yerine, birçok yerleşmecinin sömürgelere taşınması fikrini öne sürer. 
 
Yeni sömürgecilik, Avrupa’daki reel politikanın denizaşırı yerlerde yansımalarını bulması anlamında ulusal hükümetler için önemli bir mücadele alanıdır. Ancak, en az bu siyasi mücadele kadar önemlisi klasik sömürgecilik döneminin hammadde ve artık nüfus tahliyesi, vb özelliklerinden ziyade, yeni pazar arayışıdır. Bu açıdan, klasik sömürgecilik döneminde, feodal bir üretim tarzının egemen kılındığı sömürgelerin yerini yeni sömürgecilik döneminde piyasa ekonomisinin kuralarına göre şekillendirilen görece bakir topraklar almıştır: Afrika ve Asya.  Değerli madenlerin ve toprakların mülkiyet hakkının yalnızca İngiliz vatandaşlarına verilmesi için özel bir idari sistem kurulan Afrika’da, emek süreçleri konusunda da sömürgeci güçler son derece yaratıcıydılar. Bileşik sistemi kurdular. Buna göre, madenlerde çalışan siyah işçiler aynı zamanda buralarda yaşamaya ve dışarı çıkmamaya mecbur ediliyorlardı. 
 
Afrika ve Asya’daki geniş alanlar Avrupa’daki sermaye fazlasını yatırmak için verimli topraklardı. Sermayenin güvenliğini sağlamak için ulusal hükümetler bu topraklarda siyasi anlamda da hüküm sürme isteğini gösteriyorlardı. Avrupa’da burunları savaş kokusu alan hükümetler çılgınca yeni askeri liman ve üs arayışına girmişlerdi. 
 
Bu yükselen tansiyon sonrasında eski sömürgeci ülkelerle yeniler arasında Afrika’nın talanı esnasında sürtüşmeler doğdu. 1884-5 Berlin Konferansı’nda Avrupalı güçler masaya oturmaya karar verdi. Bu açıdan, Berlin Konferansı gelecekteki ittifakların bir ön provası sayılabilir. Bu anlaşma, Yeni Sömürgeciliğin kurumsallaştığının da ifadesi olmuştur. Aynı zamanda, Avrupa’daki çekişmelerin Afrika’daki paylaşımda gerginliklere yol açmaması için bir önlem olarak alınmıştır. 
 
Bu süreçte siyasi egemenlik nosyonunun “norm dışılaştırıldığını”, hukukun söylem düzeyinde barındırıyor olsa da “evrensellik” iddialarından vazgeçtiğini, “batılılaşma” denilen olgunun hızla tarih sahnesine ama ilk ve en önce “emperyalist dürtülerden” ayrışık olmadan girdiğini görüyoruz. Bu dönemde, Çin İmparatorluğu’nun topraklarında imtiyazlı yabancı tüccarlar hukuki dokunulmazlıklarıyla cirit atarken, Japonya hızlı bir “batılılaşma” hamlesiyle vakit kaybetmeden kendini sömürgeci yayılmacılığa angaje ediyordu. 
 
Bu esnada, sömürgecilik karşıtı her türlü bağımsızlık hareketi Avrupalı sömürgeci güçler arasındaki gerilimleri erteliyor ve bağları bir süreliğine de olsa kuvvetlendiriyordu. Berlin Konferansı’nın ardından sömürgeci ülkeler için diğer bir bağlanma noktasını Çin’deki Boxer Ayaklanması oluşturdu. Bu bağımsızlıkçı hareket aynı zamanda Çin’deki yerleşik Mançu Hanedanlığı’nı da tehdit ediyordu. Tüm bu ve benzeri anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadeleler, arkalarına 20. yüzyılda solun teorik alanda da uğraşı haline gelecek olan ulusal bağımsızlık, işbirlikçilik gibi kavramları bırakacaklardır. 
 
Sömürgeciliğin dünya-tarihsel bir ölçekte anormalleşmesini sağlayan 1917 Ekim Devrimidir. Ancak bu sürecin sosyalist mücadele açısından kimi zaman oldukça ters etkili sonuçları olmuştur. Dünyada ve Türkiye’de birçok sol akımda anti-sömürgecilik, anti-emperyalizm, ulusal bağımsızlık vb. unsurların baskınlığına karşın, anti-kapitalizm çok çekinik hatta esamesi okunmayan bir unsur haline gelmiştir. Bu, Dünya’ya daha çok yoksul ülke ve bölgelerin geri kalmışlığının zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin bir ürünü olduğunu ileri süren Bağımlılık Okulu teorisyenlerinin armağanı olurken, Türkiye’de de Demokratik Devrim tezinin zemininde kendine yer bulmuştur. 
 
Bağımlılık Okulu tezlerinde olduğu gibi, Demokratik Devrimci tezler de toplumsal dönüşümün öznesi olarak işçi sınıfını görmez. Hatta sınıf analizinin sömürge geçmişi olan feodal toplumlarda geçerli olmadığı düşünülür. Bu yaklaşımlara göre, ülkelerin geri kalmışlıklarının nedeni gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarında ve hâlâ feodal geçmişlerinden kapitalizme tam anlamıyla bir geçiş yapamadıklarında yatar. Bu nedenle de mücadelenin iki ana hattı vardır: Burjuva demokratik devrimlerini tamamlamak ve bağımlılık halinden kurtulmak.  Oysa ki, sömürge geçmişi olan ülkelerde feodal üretim tarzının hüküm sürdüğünü söylemek birçok açıdan eksikli ve hatta tarihsel olarak yanlıştır. Yeni sömürgecilik döneminde, sömürgelerde burjuvazi ve işçi sınıfı yeterince gelişmemiş olsa da, kapitalist pazarın işleyiş ilkeleri yerleştirilmeye başlanmıştır. Marx’ın sömürgeciliğin toplumları ilerletici faydası olduğu yönündeki iddiasını da aslında Komünist Manifesto’daki vurgular olmadan okumak anlamlı değildir: Kapitalizmin yayılma ve derinleşme eğilimi. Buna göre, kapitalist yayılmacılık gittiği yerlerde de kapitalist ilişkileri kurar ve kapitalist sömürüyü derinleştirir. Ancak, sömürge ülkelerde kapitalistleşme, sınıfsal dinamiği Marx ve Engels tarafından düşünüldüğü anlamda işçi sınıfı lehine beslememiştir 
 
Marx ve Engels, sömürge sorununa ahlaki açıdan onanacak bir yerden bakmıyor olabilirler; ancak, modernleşmeci okulların yola çıktığı yerden de yola çıkmamaktadırlar. Bu okullarda, sömürgecilik toplumsal modernleşme ve refah yolunda önemli bir adımken, Marx ve Engels’te dünya devriminin önündeki engelleri kaldırmaya kapitalist sömürgeci devletlerin sunduğu bilinçsiz bir katkıdır. Sömürgeci ülkeler, sömürgelerde toplumsal durumu maddi olarak daha iyi bir hale koymazlar, yalnızca üretici güçlerin gelişmesinin önkoşullarını oluşturabilirler. Bu açıdan, Marx ve Engels’te sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları gibi evrensel bir ilke ve demokratizm üzerinden değerlendirilmemiş, onun yerine işçi sınıfının yakın geleceğine dair beklentiler temel ölçüt olarak alınmıştır. 
 
Marx ve Engels’in İngiliz Sömürgeciliği özelindeki ve Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarının dışında, sömürgecilikle feodalizm ve kapitalizme geçiş tartışmalarının iç içe geçmesinin bir nedeni de Batı Avrupa’nın kapitalistleşme yolunda çok ilerlediği bir dönemde, 18. yüzyılın sonlarına doğru, Doğu Avrupa’da bu gelişmeye bağlı bir biçimde ikinci servaj döneminin başlamasıdır.  Buna göre, Batı’daki kapitalist gelişmenin koşullarını yaratan biraz da Doğu’daki ikinci servaj dönemidir. Osmanlı Devleti’nin de son dönemi bir anlamda bu ikinci servaj döneminin parçası olarak görülmüştür ve Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesi tartışmaları da bu resmin üzerine oturtulmuştur. Elbette, bu yarı-sömürgeleşme saptamasının altında yatan Osmanlı dış borçlanmaları ve ticaret anlaşmaları da tabloya eklenmelidir. 
 
Bu açıdan, burjuva devrimlerinin tamamlanması ile kapitalizme geçiş arasında doğrudan bir bağ kurulmasının yanında, bu ülkelerin toplumsal gelişmemişliklerinin nedenini, tamamlanamayan burjuva devrimlerinde aramak, sosyalist mücadelenin de içeriğini anti-kapitalizmden koparıp sadece sömürgecilik karşıtı, anti-emperyalist bir hatta yerleştirmek olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiye’de bu tartışmanın kaynağında Osmanlı’nın son döneminden itibaren yarı-sömürge bir devlet olduğu fikri yatmaktadır. 
 

Bu genel kanı, Türkiye solunun tarihini uzun yıllar belirlemiştir. Solun teorik aklının zeminini belirleyen yarı-sömürgecilik tartışmalarının sonucu, “milli” olanın gelişmesi idealidir. Bağımlılık tartışmalarının genelinin işaret ettiği emperyalist merkezlerle işbirliği yapan komprador burjuvaziye karşı millici bir burjuvazi şarttır. Bu açıdan da Demokratik Devrimcilik tezlerinde, Türkiye’de toplumsal gelişimin tamamlanması ve Türkiye’nin yarı-sömürge olmaktan kurtulması için milli burjuvazi doğal müttefik olarak görülmüştür. Bu görüşe göre, ülkede henüz burjuva demokratik devrim tamamlanmadığından ve zayıf bir burjuvazi olmasından ötürü “sömürge tipi faşizm” görülmektedir. Batı tipi burjuva demokrasisi henüz ülkede yerini alamamıştır. Sonuç olarak, devrimci demokrasinin yarı-sömürgeci ülkelerdeki ve Türkiye özgüllüğündeki saptamalarının olumlu anti-emperyalist işlevleri ile birlikte, bilimsel sosyalizm ve geleneksel solla kan uyuşmazlıkları olmuştur.

(Kaynak: http://mlam.tkp.org.tr/)

Hits: 30462