Bireyin Kendini Gerçekleştirme Hakkı Üzerine Bir Deneme

~ 13.12.2024, Av. Zeynep Yılmazer ~

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ydü. Son otuz yılda küreselleşme kisvesi altında kendisini hızla rekabetçilikten örgütlü bir tekelciliğe eviren kapitalizmin timsah gözyaşları eşliğinde,  10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin önemini, insan haklarının tanınması ve korunması gerekliliğini bir kez daha hatırladık. Bugün 13 Aralık, acilen önemini hatırlamamız gereken herhangi bir şey var mı bilemiyorum. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ydü, 1 Aralık Çocuk Hakları Günü,  3 Aralık Dünya Engelli Hakları Günüy’dü. 5 Aralık Kadın Hakları Günü. Öyle çok timsah gözyaşı döktük ki, muhtemelen kalanları en yakın 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ne bıraktık.  Zizek, kapitalizmin bu anlamlı çabasını “hemen şimdi acilen bir şey yapmamız gerekiyor, acilen harekete geçmeliyiz yoksa yarın çok geç” aldatmacası olarak ifade eder.

Kadın, çocuk, engelli bu kadar çok hak ayrımı varsa şayet her birini insan olarak kucaklayan  İnsan Hakları Günü’nü doğuran koşullar üzerinden gidelim o zaman. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin özgür ve bağımsız bir insan yaşamı adına, ideal toplum ve devlet düzenini oluşturmaya yönelik çok anlamlı ve değerli bir çaba olduğunu sanırım hiçbirimiz inkar edemeyiz ancak görünenin üzerindeki örtüyü kaldırarak böyle bir bildirgenin tüm dünya devletlerinin imzasına sunulması gerekliliğini doğuran sebeplerin kaynağını görebilirsek, Türk Cumhuriyet Devrimi’nin “bireyin doğuştan sahip olduğu tüm haklarla birlikte varlığını hür ve bağımsız bir şekilde gerçekleştirme hakkı” açısından önemini çok daha derinden, insani bir şekilde fark edebileceğiz. Fransız Devrimi insan haklarının kazanılmasının önünü açan bir devrimse Türk Cumhuriyet Devrimi insan olmakla kazanılan hakları özgür ve bağımsız bir şekilde kullanabilmenin devrimidir.

Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne olumlu oy kullanmıştır. 1924  anayasasının kurucu düzenlemeleri, insan zihninin sahip olduğu her türlü önyargı ve yanılgıdan arınmış özde anlamları ile değerlendirildiğinde bunun çekincesiz bir yaklaşım olacağı kuşkusuzdur. Türk toplumu, tüm dünya devletlerinden önce, insan olmanın tabii hukuku olarak özgürlüğü ve eşitliği kayıtsız ve şartsız bir şekilde benimseyen, aklı, vicdanı ve irfanı hür bireylerin birleştirici ortak değerler ve ilkeler altında varlığını özgürce gerçekleştirebildiği anayasal hukuk düzenini oluşturmaya yönelik ilk devrimi gerçekleştirmiştir.

“Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir. Her Türk özgür doğar, özgür yaşar. Özgürlük başkasına zarar olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır. İnsan olarak doğmanın tabii hukuku özgürlüğün sınırı, başkalarının özgürlüğü ile sınırlıdır. Bu sınır ancak kanunlarla tespit edilir. Türkler kanunlar önünde eşittir ve bilaistisna kanuna riayetle mükelleftirler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları mülga ve memnudur” 

Diğer dünya devletlerini, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni imzalamaya yönelten sebepler ise bildirgenin önsözündeki “İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşiliklere sebep olmuş bulunması” cümlesinin ruhundan açıkça anlaşılabilmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’nda insanlığın içerisine sürüklendiği “Kolektif Cinnet” hali.

Kanaatimce;  insan olmanın varoluşsal psikolojisini dışlayan “insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesi” ifadesi, insanlık vicdanını isyana sevk eden vahşilikleri de, bireyleri sorumluluk almaktan uzaklaştıran palyatif toplum düzenini de, “Akıl Tutulması” halinde insanlığa tezahür eden Şiddet Pandemisi’ni de, otoriter liderlerin iktidarlarında dünyanın her geçen gün yeni tür bir faşizme doğru savrulmasını da izaha yeterli olmayacaktır. Zira, gücü ve iktidarı elinde bulundurma mücadelesi, ayrımcılık, eşitsizlik değişmez-kural bir kabul olarak insanlığın kolektif bilinçaltına işlenmiştir.  Bir yerde hiç bitmeyen bir eşitlik mücadelesi varsa orada asıl olan ayrımcılıktır.  

Engels bu eşitsizliğin kökenlerini Marx’ın vasiyetinin yerine getirilmesi olarak nitelendirdiği “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabı ile bize en iyi açıklayan düşünürlerden olmuştur. Eşitsizlik insanlığın tarihi yenilgisidir. Nitekim dönemin sosyalist ülkeleri gerekçeleri değerlendirmeye açık olmakla birlikte bildiriyi gerçekçi bulmadıklarını beyan ederek çekimser oy kullanmışlardır. Diyebiliriz ki; insanlığın eşitlik ve özgürlük mücadelesi, kural kabul bu gerçekliğin içerisinde temelinde adaletsizlik ve eşitsizlik üzerine kurulu bu toplumsal düzeni onarma, çekidüzen verme ve hakkaniyetli, vicdanlı ve adaletli bir insanlık adına bir fark yaratma çabasından öteye gidememektedir. 

“İnsan haklarını tanımama ya da hor görme” önermesi özünde bilinçli, istençli bir kabul, irade taşımaktadır. Bu halde, İkinci dünya savaşı öncesi anayasal toplumsal düzen içerisinde, “insan haklarını tanımama, hor görme” yönünde bilinçli bir irade taşımadığı halde, insanlık dışı ve vahşice bilimsel deneyleri gerçekleştirmiş bilim insanlarının eylemlerini, medeni ilişkiler içerisinde birlikte yaşayan insanların birbirlerine karşı soykırım gerçekleştirebilir hale gelmelerini izah edemeyeceğimiz açıktır. 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edilmesine sebep olan İkinci Dünya Savaşı ve toplumlar üzerinde yarattığı “Kolektif Cinnet” halini de kanaatimce en iyi açıklayan uzmanlardan birisi Analitik Psikoloji Kuramının kurucusu Carl Gustav Jung olmuştur. Jung,  anayasal devletin ilkel bir toplum tarzına, yani herkesin bir başkasının veya oligarşinin despot yönetimine boyun eğmek zorunda olduğu ilkel kabile komünizmine dönüşebileceğini analitik psikoloji kuramı üzerinden açıklar.  

Modern toplumda bireyin acıklı durumudur bu ona göre. İnsan nüfusunun zihinsel dengeli, zeki ve adil bir katmanının eleştirel mantığı dışında, aklın kuralı altında asosyal kabul edilerek ancak tahammül edilebilen unsurların fikirlerinin yayılmasını durdurabilecek bir şey yoktur. Bu katman istatiksel verilere yansıdığı kadar kalın bir katman da değildir. Mantıklı ve eleştirel düşünme yeteneği de, insanoğlunun belirgin kişilik özelliklerinden birisi değildir. İrade, varoluşunu kültüre ve ahlak eğitimine borçlu psikolojik bir fenomendir. Mantıklı akıl yürütme de ancak kişiyi etkileyen “Duygusal Isı” kritik bir seviyeyi aşmadığı sürece işe yarayabilir. 

Duygusal Isı, kritik sınırı aştığında aklın etkinliği yok olur. Bu halde toplu bir cinnet, hızla yayılan psişik bir salgın hastalık topluma musallat olur. Aklın yerini bilinçdışı dilekler, fanteziler alır. Bu durumda da normal görüntüleri altında kişiliklerinde gizli patolojiler barındıran unsurlar kolayca en tepeye çıkabilirler. 

Jung, bilimin istatistiksel ve soyut bilgiye dayanarak bireyin hiçbir rolünün olmadığı -bireyin varoluşsal psikolojisini dışlayan- gerçekdışı ve akılcı bir dünya sunmasını eleştirir. Gerçek olan tek yaşam bireyin yaşamıdır. Birey gerçeğin sahici ve somut taşıyıcısıdır. Toplum da, devlet de soyut bir kavramdan başka bir şey değildir.  Çok da haklıdır. 

Modern bilim bizlere bireyin huzur, refah ve mutluluğunu amaçlayan, eşit insan haklarını sağlayan ve koruyan ideal anayasal hukuk devletini tasarlar. Birey bu bilginin öznesi değil sadece istatistiksel bir nesnesidir. Dolayısı ile bireysel yaşamın amacı ve anlamı bireyin kendisine değil, devlet politikasının insafına bırakılır.  Bu yolla birey giderek daha fazla toplumun nesnesi, işlevsel bir unsuru haline gelerek kendi yaşamının öznesi olma sorumluluğunu devlet denilen soyut üst kavrama devreder. Sorumluluğunu devlete devretmiş bireyler bilmeden istemeden devletin kulu haline gelir.  Devlet ise her şeyin kendisinden beklendiği soyut bir kişiliğe dönüşerek, onu idare edenlerin kamuflajı haline gelmiştir. 

Anayasal devlet böylece herkesin bir başkasının ya da iktidarı elinde bulunduranların sahip olduğu dogma veya ideolojilere boyun eğmek zorunda olduğu ilkel kabile komünizmine dönüşür. 

Bu halde çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki;  insan haklarına saygılı, adaletli toplumsal düzen ideali, kurumları ve devletleri yönetenlerin ne kadar zihinsel dengeli, zeki ve adil olduğuna göre değişkenlik gösteren bir devinimle, her geçen gün derecesi yükselen “Duygusal Isı” tarafından yönetilerek, kontrol edilmektedir. 

Küreselleşme kisvesi altında son otuz yıldır hızlıca rekabetçilikten tekelciliğe evrilen kapitalizm, savaşlar, ekonomik krizler, tüm dünyayı yıkıp yok edebilecek kitlesel imha silahları, oluşturduğu eşitlikten adaletten yoksun toplumsal düzenin yarattığı baskı, kaygı ve korkularla bireyler üzerindeki duygusal ısıyı yükseltmeye devam ederken Jung’un analitik psikolojik kuramında temellenen bu “Kolektif Cinnet” hali kaçınılmaz görünmektedir. 

Jung’a göre, her insanın en temel ahlaki ve vicdani görevi, bireyleşme-bütünleşme ve kendi varoluşsal iç potansiyelini gerçekleştirme sorumluluğunu almaktır. Bunun yolunun ise bireyin söz ve eylemlerine kaynaklık eden duyguları ile aklı ve iradesi arasında bütünlüklü bir dengeyle “kendilik” oluşturabilmekten geçtiğini söyler. 

1948 yılında imzalanan ve devletlere tavsiye niteliği taşıyan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi öyle görünmektedir ki, insanlığın “İnsan Haklarına Saygılı, Hukuk Devleti” idealinde dilek ve temenniden öteye gidemediği gibi dünya hızla pandemik bir şiddete, kolektif cinnete doğru sürüklenmektedir. Zira anlaşılmaktadır ki; günümüz modern dünyasının sorunu bireylerin insan olmaktan kaynaklanan haklara sahip olup olmaması değil, haklarını özgür ve bağımsız bir şekilde kendi iradeleri ile kullanamayışıdır. 

Kurucu Önder Atatürk’ün kişiliğini ve idealize ettiği cumhuriyet devrimini tam da bu noktada her türlü yanılgıdan ari içselleştirebilmemizin önemi artmakta. 

Atatürk’ün ve Türk Cumhuriyet Devrimi’nin ideali, bireylerin huzur, refah ve mutluluğu ile insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları sağlamaya, bireyin temel hak ve hürriyetleri önündeki siyasal, ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmaya yönelik soyut bir kişilik olarak devleti tasarlamak olmamıştır. 

Bunu görebilmek için tek ihtiyacımız olansa algılarımız üzerindeki perdeyi biraz aralamak. 

Cumhuriyet Devrimi, kendi aklı, iradesi ile bağımsız ve özgür bir cumhuriyetin devamı için gerekli bireysel sorumluluklarını tam olarak alabilmiş,  vicdanı ve irfanı hür bireylerden oluşan adil ve bilaistisna eşitlikçi bir toplum ve devlet düzenine varabilmeyi amaçlamıştır. 

1924 anayasasının sistematiği, bireylerin haklarına yönelik düzenlemeleri açıkça göstermektedir ki, Cumhuriyetin özünde ne cinsiyet, ne etnik köken, ne ait olunan toplumsal sınıfa ve dinlere ait hiçbir ayrım bulunmamaktadır.  Her insan kendi düşünce ve vicdani kanaatleriyle başkasına zarar olmadan dilediğince özgürce yaşayabilecek, her birey bunun için gerekli kültürel ve ahlaki sorumluluğu bizzat üstlenerek adil ve dengeli bir toplumun uyumlu bir parçası haline gelebilecektir. 

Hür ve eşit doğarak, hür ve eşit yaşayan bireyler olmak; Atatürk’ün “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bireyler ister” sözünde vücut ve anlam bulmaktadır. Aklı, vicdanı ve irfanı hür bireyler olmak;  bireyin kendi hak ve özgürlüklerinin sınırını bir başkasının hak ve özgürlükleri ile sınırlayabilecek bir bilince sahip olarak, başkalarına zarar vermeden toplum içerisinde yaşama iradesini gösterebilmesi, kendi aklı, vicdanı, irfanı üzerinde başka bir hiçbir akıl, dogma ve ideolojinin kontrol ve yönetim kurmasına izin vermeyecek bir varoluşu gerçekleştirebilmesidir. 

Kanaatimce Cumhuriyet devriminin en büyük yenilgisi, işte bu fikri, vicdanı, irfanı hür bireyler ideali gerçekleşmeden, devlet otoritesini kendi menfaat ve ihtirasları ile ideolojilerine kamuflaj haline getiren unsurların yönetimlerine geçmiş olmasıdır. 

1924  anayasasından 1982 anayasasına evriliş süreci içerisinde bireyler olarak asıl fark etmemiz gereken, aklı, vicdanı, irfanı hür bireyler olabilmek için gerekli kültürel ve ahlaki gelişimi gösterme sorumluluğunu, her şeyi kendisinden beklediğimiz bir devlete, onun çizdiği sınırlarda gelişen aile, toplum ve eğitim sistemine devretme kolaycılığını seçmiş olmamızdır. Soyut bir devlet kavramının varlığı ve onun devamı için yaşayan devlet kulu bireylere dönüştüğümüz gerçekliği ile yüzleşme cesareti gösterebilmek sanırım hepimize ağır gelecektir. 

Kapitalizm, haz ve tüketim odaklı politikaları ile hissedilen insani acıyı mantolarken, mutluluğu sürdürülmesi gereken bir zorunluluk halinde üzerimize boca ederek, adalet kantarı çoktan bozulmuş bu düzeni sürdürülebilir bir şekilde her gün, her gün yeniden inşa etmekte. Ne yazık ki; sosyal çürüme, ahlaki yozlaşma, pandemik şiddet psişik bulaşıcı bir salgın halinde hepimizi enfekte etmişken, devlet aygıtını elinde bulunduranların anayasaya aykırı söz ve eylemlerini düzeltmeleri için “hemen şimdi acilen” harekete geçmelerini istemek alabildiğimiz en büyük sorumluluk halinde tezahür ediyor. “Duygusal Isı” altında muhakeme yeteneği zayıflamış kişiliklerimize ait bilinçaltı fantezilerimizi, dileklerimizi yerine getirecek, bizleri bu kaotik ortamdan çıkaracak yeni bir kurtarıcı lider arıyoruz. 

Zizek, kapitalizmin kendini yeniden inşa etmek üzere kurgulanmış, bireyleri araç haline getiren  “hemen şimdi acil bir şeyler yapmalı, harekete geçmeliyiz” algısına karşı tepkisini bir fıkra ile ifade eder. Marx, Engels ve Lenin’e bir eş mi yoksa metres mi tercih ettikleri sorulur. Özel meselelerde biraz muhafazakar olduğu bilinen Marx hemen “Eş” diyerek cevap verir. Daha ziyade bon vivant Engels ise metresi seçer. Lenin ise herkesi şaşırtarak “İkisi birden!” der. Neden diye sorulduğunda, “Böylece eşime metresime gittiğimi ve metresime de eşimle birlikte olmak zorunda olduğumu söyleyebilirim...” “Peki sonra ne yaparsın?” “Issız bir yere gider öğrenir, öğrenir ve öğrenirim.” 

Harekete geçme zorunluluğu üzerimizde baskı kuruyor ve biz bu harekete eşlik ettikçe entropinin yıkıcı hızı katlanarak artıyor. 

Kapitalist emperyalizmin yükselttiği duygusal ısı, ahmak ıslatan bir yağmur gibi ağır ağır üzerimize çiselerken Zizek’e katılıyorum. Bir süre bu yağmurdan korunacak bir saçak altına saklanmak bir süre yavaşlamak, durmak gerek. 

Kültürel ve ahlaki sorumluluklarımızı alabilecek yeni bir kendilik inşa etmek gerek.

 


KAYNAKLAR 

Carl Gustav Jung-Keşfedilmemiş Benlik

Slovaj Zizek-Şiddet

Byung-Chul Han - Şiddetin Topolojisi-Palyatif Toplum

Max Horkheimer- Akıl Tutulması

Av. Zeynep Yılmazer | Tüm Yazıları
Hits: 17027