2025`e girerken: 'Siyasal Alevicilik' ve 'yeni paradigma'

~ 02.01.2025, Fatih YAŞLI ~

"Toplumun en az yarısının düşman kategorisine dâhil edildiği günlerde Kürt sorununda 'çözüm'den ve 'barış'tan söz edilmesi bir yanıyla ironik bir nitelik taşıyor ama bir yanıyla da şaşırtmıyor."

18 Aralık’ta bu köşede yayınlanan “Türkiye’den Suriye’ye karşı-devrimin milli güvenliği” adlı yazıda şöyle demiştik: 
Suriye’den buraya, buradan oraya uzanan yollar var. Türkiye piyasacılığın talanına 24 Ocak Kararları’yla ve 12 Eylül darbesiyle açılmıştı, buna ise Türk-İslam sentezi eşlik etmişti. Demek ki bir tür tez olarak yazabiliriz: Türkiye’nin düzeni ne zaman emperyalizmle daha derin bir entegrasyon hamlesi yapıp ne zaman piyasacılığa yönelse ona hep dinci gericilik eşlik ediyor. Karşı-devrim bu tarihsel uğraklarda kendine yol açıyor ve derinleşiyor. 

Suriye’nin cihatçılar tarafından işgal edilmesinin üzerinden çok da fazla bir zaman geçmemişken oradan buraya ve buradan oraya uzanan yolların mahiyetini yavaş yavaş görebiliyoruz artık. Müteahhitlik firmaları inşaat yatırımları için ellerini ovuşturuyor, elektrik şirketleri pusuya yatmış bekliyor, Suriye’nin uluslararası pazarlara Türkiye sermayesinin taşeronluğunda dâhil edilmesi planları yapılıyor.

Türkiye’nin sermaye düzeni kendi krizini çözmek adına emperyalizmle entegrasyonunu derinleştirme hesapları yaparken Suriye’yi de bu entegrasyona dâhil etmek, onu küresel sermayenin ve kendisinin açık pazarı haline getirmek istiyor; Suriye üzerinden tüm dünyaya siyasal İslam’ın en radikal kanadı tarafından yönetilecek bir devletin bile kapitalizm açısından işlevsel olabileceğine dair bir mesaj iletiliyor. 

Ancak Türkiye’den Suriye’ye, Suriye’den Türkiye’ye uzanan yollar bununla sınırlı değil. Yeni-Osmanlıcı AKP-MHP iktidarının Suriye’ye ihraç ettiği karşı-devrimin başarıya ulaşmasının iç siyaseti etkilemeye ve şekillendirmeye başladığını görüyoruz. Buradan oraya ihraç edilen karşı-devrim şimdi bumerang misali bize dönüyor, dinci gericilik gemi azıya almış bir şekilde Türkiye ilericiliğine ve muhalif toplum kesimlerine yönelik yeni bir saldırı dalgasına hazırlanıyor. 

Emperyalizmin icat ettiği bir akım olarak cihatçılık ve onun ideolojisi olan selefilik, sahneye çıktığı ilk andan itibaren “gavur”u değil, Şia’yı ve Aleviliği baş düşman olarak gördü, onu “sapkın” olarak kodladı ve mutlak anlamda imha edilmesi gereken bir konuma yerleştirdi. Suriye’de kazanılan zaferin söylemi de tam olarak bunun üzerine inşa edildi. Esad yönetimi bütünüyle gerçek dışı bir şekilde bir Alevi/Şii rejimi olarak lanse edildi, bu yönetimin alametifarikasının Sünni düşmanlığı olduğu öne sürüldü ve mezhepçi bir rejimin devrildiği yönünde bir propaganda yapıldı.

Bu propaganda elbette ki Türkiye’ye de taşındı; Türkiye İslamcılığı da Nakşi kökleri itibariyle Şia ama özellikle Alevi düşmanlığı üzerine kurulu olduğu için bu şaşırtıcı değildi. Erdoğan’ın Şam’ın düşmesinden sonra yaptığı konuşmalarda Suriye’nin artık küçük bir azınlık tarafından yönetilmeyeceğini ve gerçek sahiplerinin eline geçtiğini söylemesi bununla ilgiliydi. Dahası Erdoğan Esad yönetimini öylesine düşmanlaştırmıştı ki düşüşünü geçen haftaki grup toplantısında kürsünden Fetih Suresi’ni okuyarak kutlamayı ihmal etmedi. 

Suriye’de yükseltilen Alevi düşmanlığının Türkiye’ye taşınmasındaki zirve noktası ise devletin tepelerinden bir yerden ve merkezi bir şekilde üretilip dolaşıma sokulduğu anlaşılan “siyasal Alevi/siyasal Alevicilik” kavramı oldu. Siyasal İslamcılar tarafından güya siyasal İslamcılık kavramına kontra olarak icat edilen bu kavram, aslında bir kez daha Alevilerin iç düşman olarak kodlanıp doğrudan hedef tahtasına yerleştirilmesi anlamına geliyor. 

Siyasal İslam kavramı, diğer siyasal ideolojiler gibi 19. Yüzyılda ortaya çıkmış ve akademik/entelektüel çevrelerde hakaret değil analiz amacıyla kullanılan bilimsel bir kavramdı. Üstelik İslam’ın herhangi bir mezhebine değil bir bütün olarak siyasetle kurduğu ilişkiye odaklanıyor, onu modern zamanlara ait bir dünya görüşü olarak incelemeyi hedefliyordu. Siyasal Alevilik/siyasal Alevicilik tabiri ise bir anlama ve inceleme çabasının ürünü değil, mezhepçi perspektife yaslanan bir düşmanlığın ve bir intikam arayışının ürünü olarak karşımıza çıkıyor. 

“Suriye’nin fethi” sonrası şekillenen ve İran’a doğru uzanması muhtemel yeni bölgesel düzene uygun bir biçimde, siyasal İslam içindeki mezhepçiliği ve Alevi düşmanlığını yakın tarihimizde görülmemiş bir pervasızlıkla ve alenen ortaya koyuyor, yeni katliamların hazırlığı artık açıktan yapılıyor.

Ancak şunu görmek gerekiyor ki “Alevi”nin başına eklenen o “siyasal” sözcüğü düşmanın kapsamını genişletiyor ve meseleyi mezhepçiliğin de ötesinde bir yere götürüyor. “Siyasal Alevi”, İslamcı projeye angaje olmayan, onun karşısında konumlanan ve onunla mücadele etme potansiyeli bulunan bütün toplum kesimlerinin içerisine doldurulmak istendiği bir adlandırma. Burada Alevilerle birlikte sosyalistler, devrimciler, cumhuriyetçiler, Atatürkçüler, ilericiler, laikler, sekülerler var ve siyasal Alevilik onların tümünü birden düşmanlaştırıp hedef haline getirmenin yeni kod adı olarak karşımızda duruyor. 

Toplumun en az yarısının düşman kategorisine dâhil edildiği, hedef gösterildiği ve tehdit edildiği günlerde Kürt sorunu başlığında “çözüm”den ve “barış”tan söz edilmesi ise bir yanıyla ironik bir nitelik taşıyor ama bir yanıyla da şaşırtmıyor. Suriye’de kazanılan zafer, iç siyasete “barış” adı altında ama aslında Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturmasını sağlayacak şekilde ve elbette ki bir kez daha “İslam kardeşliği” formülasyonuyla tahvil edilmek isteniyor.

Bunun için bir yandan Kürt siyasetine Kuzey Suriye’de HTŞ ve SMO, içeride ise kayyum sopası gösteriliyor ama bir yandan da Öcalan’la görüşülmesine izin veriliyor, açıklamaları kamuoyuna duyuruluyor ve onun da sürece “pozitif” baktığı anlaşılıyor. Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in İmralı ziyareti sonrası yapılan yedi maddelik açıklamada Öcalan “Sayın Bahçeli'nin ve Sayın Erdoğan'ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim” diyor ki esas mesele de zaten “o yeni paradigma”nın ne olduğu. 

Bu ikilinin ortaya koyduğu “paradigma”nın Türk sağının İslamcı ve milliyetçi damarlarının ittifak halinde devletleşip Türk-İslam sentezi üzerine kurulu bir mutlak iktidar inşa etme ve o iktidarı anayasal statüye de kavuşmuş fiili bir tek parti yönetimi hüviyetinde daha uzun yıllar boyunca devam ettirme arayışı olduğunu biliyoruz. 

Bu arayışın sonuçlarını ve Türkiye’yi nereye getirdiğini bildiğimize ve bizzat yaşayarak gördüğümüze göre buradan Türklerin de Kürtlerin de hayrına bir şey çıkmayacağını bilmiyor olabilir miyiz peki? 

Silahlar sussun, barış olsun, Kürt sorunu çözülsün, eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşayalım, bunları kim istemez ama karşımızdakileri tanıyoruz, niyetlerini, ne yapmaya çalıştıklarını, amaçlarının ne olduğunu ölçüp tartıp anlayabiliyoruz. Buna 22 yılın sonunda hâlâ daha “önyargı” falan denecekse de denilsin, akılsız olmaktansa “önyargılı” olmayı tercih ederiz. 

Türkiye 2025 yılına derin bir yoksulluğun ağırlığı altında ama maalesef bu ağırlığa yönelik herhangi bir toplumsal tepkinin açığa çıkmadığı, toplumun korkutulup sindirildiği, dinci gericiliğin dişlerini iyiden iyiye göstermeye başladığı, çözüm ve barış adı altında halkın yeni manipülasyonlara maruz bırakıldığı bir tabloyla, karanlığın daha da yoğunlaşacağının görülebildiği bir şekilde giriyor. 

Her şeye rağmen, bu karanlığı içine sindiremeyenlerin, ona karşı mücadele etme iradesini ve azmini hiç yitirmeyenlerin, aydınlığın safında olanların ve onun için savaşanların yeni yılı kutlu olsun; 2025 Türkiye’de ve dünyada insanlığın aydınlığa doğru yürürken attığı adımların daha da sıklaştığı, adım seslerinin daha çok duyulduğu bir yıl olsun.


https://haber.sol.org.tr

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 1564