Devrimin temeli: Laiklik

~ 10.03.2025, Av. Dr. Başar YALTI ~

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu başlı başına bir devrimdir. Bu devrimin temeli ise laikliktir. Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması yanında, kamusal alanın ve kamu düzeninin organize edilmesinde herhangi bir dinin kurallarına göre düzenleme yapılmamasını da gerektirmektedir.

Cumhuriyet Devrimi, çoğulcu etnik yapılar ve inançlar topluluğu olan Osmanlı’dan devir aldığı mirası çağdaş uygarlığa taşırken, son dönem Osmanlı padişahlarının kısmen de olsa yapmak isteyip başaramadıkları modernleşmeyi, çok kısa bir sürede, 3 Mart 1924 tarihinde hilafeti ortadan kaldırarak, 1925’te tekke ve zaviyeleri kapatarak, 1926’da Medeni Kanun’u kabul ederek ve 1937’de laikliği temel bir ilke olarak anayasaya yazarak gerçekleştirmiştir. Elbette bu, devrimci çelik bir irade gerektiriyordu.

 

DİN İLE SİYASET İÇ İÇE

Ne demişti Nâzım Hikmet; “...Yok edin insanın insana kulluğunu/ Bu davet bizim/ Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine/ Bu hasret bizim”

Bu davetin, bu hasretin gerçekleşmesi de ancak laik bir devlet düzeni ile olanaklıdır. Çünkü laiklik özgürlüktür. Laiklik insanca yaşamaya, barışa, kardeşliğe ve uygarlığa giden yoldur. Laiklik hukukun temelidir; demokratik düzenin, eşit yurttaş olmanın adıdır.

Ancak geri kalmışlığın yüzyıllara dayanan etkisi o denli derindir ki 1867’de bir Osmanlı sultanının ilk kez kendi topakları dışına Avrupa’ya seyahati söz konusu olduğunda, ulema bunun mümkün olamayacağı, Osmanlı padişahının/ halifenin “gâvur” topraklara basmasının dinen olanaklı olmayacağı fetvasını verebilmiştir. Bu fetvanın aşılmasının çözümü, Padişah Abdulaziz’in özel olarak yapılmış ayakkabıları altına İstanbul toprağı yerleştirilerek bulunmuştu!

Siyaset dinin, din siyasetin içine öylesine girmiştir ki böylesine akıldışı fetvalar devleti meşgul edebiliyordu. Padişah ve beraberindekilerin Paris’te, Londra’da gördükleri gelişmişlik ise moral bozucudur. Ortaçağdan kurtulmuş, Sanayi Devrimi’ni yaşayan Batı, öylesine ileridedir ki aradaki farkın kapanamayacağı duygusu, karabasan gibi çöker heyetin üzerine.

 

AYDINLANMA DEVRİMİ

Batı’da akıl ve bilim toplumsal yaşamı şekillendirirken, irticanın pençesinden bir türlü kurtulamayan Osmanlı toplumsal düzeni gerici başkaldırılarla uğraşmakta, kısmi modernleşme çabaları Batı ile arayı kapatmaya yetmemekte, Osmanlı hüzünlü sonuna doğru dağılıp gitmektedir.

Rönesans ve Reform sonucu ortaya çıkan Aydınlanma devrimi Batı’da dini görünür bir siyasal aygıt olmaktan çıkarmış ve kendi uhrevi dünyasına döndürmüştü. Türkiye ise Batı uygarlığının büyük bedeller ödeyerek yaptığı “Aydınlanma” tercihini ancak 20. yüzyılda, Cumhuriyetle birlikte başarabildi. Önce emperyalizmin pençesinden kurtuluş, sonra modern yeni bir ülkenin kuruluşu elbette kolay olmadı. Öyle ki Atatürk’ün de tespit ettiği gibi ulus ve ordu, yüzyılların kökleştirdiği bir alışkanlıkla halifesiz ve padişahsız bir kurtuluş düşünemiyordu. Bu nedenle, Cumhuriyete geçişle birlikte yapılan devrimler ve laiklik, kökleri Osmanlı’nın başlangıç dönemlerine kadar giden din bezirgânlarının içine bir türlü sinmedi.

Emperyalist ülkelerin siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için sürekli olarak din olgusunu pompalaması, bu çerçevede cemaatçi yapılanmanın körüklenmesi, kültürel kimliklerin öne çekilmesi, muhafazakârlığın popülist sömürüsü, toplumun yoksullaştırılarak bağımlılaştırıldığı oportünist siyasi ortam irticayla birlikte laiklik karşıtlığını yaygınlaştırdı.

 

GERİCİ DÜZEN HAYALİ

Ancak laiklik karşıtı siyasal kadrolar, uzunca bir süreden beri devletin bütün kurumlarını ellerinde tutmalarına karşın, laik düzeni yıkmayı henüz tam olarak başaramadılar. Atatürk, Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışında yaptığı konuşmada, “köhne hukuk erbabının Cumhuriyetin en sinsi can düşmanı” olduğunu belirterek, bu kişilerin sindikleri yerden fırsat kolladıkları saptamasında bulunur. Günümüzde olan budur. Ayrıca, “yeni anayasa” adı altında yapılan dayatma, laik ve demokratik rejim dışında yeni bir rejimin kurulmasına yönelik ilan edilmemiş “kurucu irade” gibi ne anayasa tanıyor ne de hukuk. Bu irade toplumsal yaşamdan, yargı sistemine, idari yapıdan eğitime kadar her alanda dine bağlı bir düzeni inşa ederek ülkemizin çocuklarını yüzlerce yıl öncesinin karanlığına sürüklemek istemektedir. Elbette, yaşamın diyalektiği bu aşağılanmayı kabul etmeyecek, zihinsel kulluğa geçit verilmeyecektir.

İşte bu ortamda Laiklik Meclisi, her türlü baskıdan uzak, eşit yurttaşlar olarak bir arada insanca yaşamayı, karanlığa karşı aydınlığı, kısacası laikliği savunmak üzere kuruldu. Çünkü laikliği savunmak, insanlığımızı, onurumuzu savunmaktır. Laikliği savunarak ve topluma benimseterek, yaşanası bir hayatı kurabileceğimizi, mutluluğun resminin ancak bu şekilde yapılabileceğini unutmamalıyız. Bu çerçevede Laiklik Meclisi aldığı kararla, 3 Mart 1924’te hilafetin ortadan kaldırılmasını “Laiklik Günü” olarak kutluyor. Laiklik günü kutlu olsun!


https://www.cumhuriyet.com.tr

Av. Dr. Başar YALTI | Tüm Yazıları
Hits: 3638