BİREY VE SÜRÜ

~ 29.01.2025, Av. Abdurrahman Bayramoğlu ~

Öğretiye göre devlet, bireyin hak ve özgürlüklerinin güvencesi olarak oluşturulmuş ve onlara yönelebilecek saldırılara karşı güvence olmak üzere, yasalarla devlete zor kullanma hak ve yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin iki ana unsuru, yasa ve zor kullanmaktır. Dolayısıyla devlet yasal haydut olarak tanımlanabilir.

Devlet yasalarla kendisine verilen yetkileri organları aracılığıyla kullanırken, bu görevi yerine getirmenin maliyetini de halktan aldığı vergilerle karşılar. Görevin maliyeti arttıkça vergiler artar ve katlanılan maliyet, elde edilen faydayı aşınca, yöneticiler halka yalanlar söylemeye başlar. Aksi halde yararsız duruma gelen bu organizasyonun ortadan kaldırılması gerekirdi.

Tarih boyunca gelip geçen tüm devletlerin ortak özelliği budur. Bu aşamadan sonra, iktidarı sürdürebilmenin (devleti yaşatmanın) yolu, liderin (tiran veya despot) iyi ahlaklı olması değildir. O nedenle ‘başarılı’ liderin görevi gerektiğinde (hep gereklidir) ahlaken uygun olup olmadığına bakmaksızın, siyaseten doğru olanı yaparak devleti (düzeni) ayakta tutmaktır.

Kanımca, insanlığın devleti icat ettikten sonraki siyasi tarihinin tamamı (kısa süreli birkaç yerel deneyim dışında) bu şekilde özetlenebilir. Yönetenler (yönetim şeklinden bağımsız olarak) yönetilenlere karşı asla, dürüst, şeffaf ve ahlaklı olamaz. Bu durum onların istencinden bağımsızdır. Çünkü devletin bekası bunu gerektirmektedir ve savaşlar, işgaller, sürgünler, katliamlar, soykırımlar, işkenceler ve her tür sömürü için ‘beka’ yeter gerekçedir. Bütün yöneticiler bunun aksini söylese de tümünün böyle davrandığını tarih bize söylüyor. Bir bakıma yöneticiler buna mecburdurlar.

Machiavelli, başarılı bir lider olmak için, erdemli olmanın değil, erdemli görünmenin yeterli olduğunu, siyaseten ideal olanın bu olduğunu söyler. “Başarılı lider, siyaseten doğru olanı yapandır, ahlaken doğru olanı değil.” der ve daha da ileri giderek, siyaseten 2 ile 2 toplamı duruma göre 3 duruma göre 5 eder, ama hiçbir durumda 4 etmez diyerek, bu iki doğrunun hiçbir zaman çakışmayacağını ileri sürer.

Bu görüşün biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de Machiavelli’nin bu yönüyle gelmiş geçmiş en dürüst kişi olduğunu düşünüyorum. Çünkü ondan başka herkes, değişik ölçütlerle de olsa despotların birçoğunun erdemli olduğunu söyler. 

Siyaseten başarı iktidarı sürdürebilmektir. O nedenle yönetenlerden klasik anlamda ‘ilkeli’ davranması da beklenmez. Siyasi başarı, dün iki kere ikinin 3 olduğuna inandırdığın kitleyi, bugün iki kere ikinin 5 ettiğine inandırabilmektir. Ya da iki kere ikinin 4 ettiğine dair karşı tezleri bertaraf edebilmektir.

Buradan bakıldığında, politikacıların belirli ilkelere neden bağlı kalmadıkları, neden sürekli pozisyon değiştirdikleri, dün ak dediklerine bugün nasıl kolayca kara diyebildiklerinin oldukça anlaşılır bir açıklamasının olduğu görülmektedir. Çünkü önemli olan muhalif akımlara paçayı kaptırmamak, inisiyatifin onların eline geçmesine engel olabilmektir. Bu da onlardan gelen doğru önerilere bile ilk anda mutlaka karşı çıkmayı gerektirir. Sonra gerekirse bu öneri liderin lütfu olarak topluma sunulabilir nasılsa.

Üstelik bu amorf durum, muhalefetin bütüncül hareket edebilmesine de engel olur. Her sabah günün hava durumunu öğrenip ona göre giyinmek gibi, güncel söylemi bulmak zorunda kalan muhalif kesimler, sırf bu takip işiyle bile yeterince meşgul edilerek etkisiz hale getirilebilir. Bu süreçte muhalifler arasında ortaya çıkması muhtemel anlaşmazlıklar da cabası…

Bu bağlamda Dünyada olan biteni değerlendirdiğimizde, ortada anormal bir durumun olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Her şey siyasetin altın kuralına göre yürütülüyor. Doğruyu veya yanlışı savunuyor olmak değil, resmi söyleme uygun davranıp davranmamaktır işin sırrı... Çünkü erki elinde tutanlar, muhalif olan hiçbir şeyi hoş görmezler. Yönetenlerin politik yöntemi veya despotun yoğurt yiyişi az çok farklılıklar gösterebilir. Ama her koşulda olan yine onun dediğidir, halkın (veya muhalifin) istediği değil.

Bu noktada bilgi kaynaklarını elinde tutan uluslararası tekellerin, halk iradesi üzerindeki etkisinin de artık göz ardı edilemeyeceğini söylemek gerekiyor. Bilginin manipülasyonu giderek küresel çapta yaşamın manipülasyonuna evrilmektedir. Bireysel istencin toplumsal yaşama etkisi iyice zayıflarken, dayanışma ve birlikte hareket etme olanakları da giderek tükenmektedir.

Bilgiyi ve sermayeyi tek elde toplayan bilişim çağının Napolyon Bonapart’ları yerini aldıkları endüstri çağının Bonapart’larına rahmet okutacak gibiler. Küresel oligarşi temsilcilerinin ellerindeki silah (algoritma) insanlığın şimdiye dek karşılaştıklarının en korkuncu olabilir.

Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olma iddiasından vazgeçerek, toplum sözleşmesine uygun davranmayı ve kendi koydukları yasalara uymayı kabul eden yöneticilerin çağı kısa sürdü. Onu yerine gelerek tüm Dünyada yaygın ve etkin olan tiranlık (veya despotizm) kendisinin koyduğu yasalara uymayı bile yönetim zaafı olarak gören bir modeli temsil ediyor. Yasayı kendisi koyuyor, ama ona bile uymak konusunda kendisini sorumlu saymıyor. Ayağına dolanan yasaları yok sayıyor ve yaptıkları fiilen yasa haline geliyor. Bir süre sonra yasaya gerek kalmayınca, devletin yasallığı da ortadan kalkıyor. Geriye kalan, yasal olmayan zor kullanma gücüdür. Adını siz koyun.

Ancak yaklaşan algoritma çağında tiranlıklara rahmet okuyabiliriz.

Çünkü algoritma çağında, yasanın yönetenin aklından geçmesi yeterli olacaktır. Big Brother’ın düşünceleri anında yasa olarak tezahür ederken, aksini gösterebilecek kanıtlar da aynı anda yok olacaktır.  

Görünen o ki yakın gelecekte, aklın ve bilimin gereklerine uygunluğu önceleyen ‘birey’ için toplumsal yaşam bir tür işkenceye dönüşürken, algoritmik talimatlara uyarak mankurtlaşan ‘sürü’ halinden memnun bir şekilde yaşayıp gidecek.

İzlediği ekranda ‘game off’ yazıncaya dek…  

Av. Abdurrahman Bayramoğlu | Tüm Yazıları
Hits: 17292