Yeni-Osmanlı`nın yeni-milleti

~ 16.07.2025, Fatih YAŞLI ~

Erdoğan’ın “tarihi konuşma”da adeta Barrack’ı onaylar ve millet sistemini çağrıştırır bir şekilde sürecin yol haritası olarak “Türk-Kürt-Arap birliği”nden söz etmesi bir tesadüf müydü?

Asıl mesleği emlakçılık olmakla birlikte, şimdilerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve tesadüf diyemeyeceğimiz bir şekilde Suriye Özel Temsilcisi olan Tom Barrack, geçtiğimiz günlerde yaptığı İzmir ziyaretinde önce Lübnan’dan ABD’ye göçen ailesinin Osmanlı kökenlerini hatırlattı, sonra da son derece spekülatif bir açıklama yaparak şöyle dedi:

Osmanlı İmparatorluğundaki ‘millet sistemi’ yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkân verdi. Türkiye, tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere. Suriye'de olanların büyük bir kısmı, Türkiye ve liderliği sayesinde gerçekleşiyor.

Biz “millet” sözcüğünü uzun süredir İngilizcedeki “nation” sözcüğünü karşılamak için kullanıyoruz, öz Türkçesi ise “ulus” oluyor; ancak Osmanlı’da bu sözcük bugünkü anlamıyla değil, farklı dini inanç gruplarını işaret etmek için kullanılıyordu. Yani millet sisteminin en tepesinde Müslüman milleti, onun altında ise gayrimüslim milletler, Hıristiyanlar ve Yahudiler vardı; Hıristiyanlar da çoğunlukla Ortodokslardan oluşuyordu.

Millet sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkileri dini inançlar ve o inançların temsilcileri üzerinden belirliyor, en üste Müslümanları yerleştiriyor, modern bir ulus ve yurttaşlık tanımına tekabül etmiyor, hak ve özgürlüklere dayalı anayasal bir nitelik taşımıyordu. Modernite öncesi görece sağlıklı olarak devam eden bu sistem, bir dünya görüşü, bir ideoloji olarak milliyetçilik ortaya çıktığında ve milli kimlikler dini kimliklerin önüne geçmeye başladığında bozuldu, işlemez hale geldi.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı yönetici sınıfı içerisindeki esas tartışma, imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik grupların milliyetçiliği benimseyerek uluslaşma sürecine girmesi ve kendi ulus-devletlerini talep etmesi karşısında devletin nasıl ayakta kalacağıyla ilgili oldu. 

“Devlet nasıl kurtarılır” sorusu esas soruydu ve bu soruya verilen yanıtları en veciz bir şekilde formüle eden kişi Türk milliyetçiliğinin kurucu isimlerinden Yusuf Akçura olacaktı. Yusuf Akçura 1908’de yayınlanan çalışmasına “Üç Tarz-ı Siyaset” adını verdi. Akçura’ya göre Osmanlı’nın yıkılışını önlemek için ortaya atılan üç siyasi proje bulunuyordu ve bunlar sırasıyla “Osmanlıcık”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” olarak adlandırılabilirdi.

Osmanlıcılık, en özet haliyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı etnik ve dini grupların “Osmanlı” üst kimliğinde buluşturulması arayışı anlamına geliyordu. Bu fikrin taşıyıcıları önce Tanzimat paşaları, sonra da Jön Türkler, yani Yeni Osmanlılar oldu. Başını Mithat Paşa’nın öncülüğünde Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi gibi isimlerin çektiği Jön Türkler, Osmanlı’nın kurtuluşunu bir anayasa yapılmasında ve parlamento açılmasında görüyorlardı. Böylece hem padişahın keyfi yönetimi kısıtlanacak ve hukukla yönetmeye geçilecek hem de gayrimüslimler kendilerini imparatorluğun asli unsuru olarak görebileceklerdi. 

Osmanlıcılık milliyetçiliği durdurmaya yetmedikçe ve Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi imparatorluğun Avrupa’daki toprakları elden çıktıkça, İslamcılık projesi güç kazanmaya başlayacak ve bunun da esas taşıyıcısı Abdülhamid olacaktı. İslamcılık özetle Osmanlı içerisinde yaşayan Müslümanların birliği üzerine kurulu bir projeydi ve böylece Ortadoğu/Arap coğrafyasındaki toprakların elde tutulabileceği düşünülüyordu.

Türkçülük ise Yalçın Küçük’ün deyimiyle bir çaresizliğin ürünüydü ve Türk milliyetçiliği imparatorluk sınırları içerisinde en geç ortaya çıkan milliyetçilik olacaktı; çünkü Türkler kendilerini imparatorluğun asli sahibi olarak görüyor ve kendilerinin milliyetçilik yapmasının diğer etnik grupların milliyetçilik yapmasını hızlandıracağını düşünüyorlardı.

Bu üç siyaset tarzı imparatorluk dağılana kadar mevcudiyetini devam ettirdi ve hiçbiri diğerini mutlak anlamda ekarte ederek onun yerini almadı; bazen Osmanlıcılık bazen İslamcılık, çok kısa bir süreliğine de Türkçülük ön plana geçti ama bu üç proje hep iç içe olacak şekilde kullanılmaya çalışıldı. Birinci Dünya Savaşı başlayıp imparatorluğun yıkılmasına çok az bir süre kaldığında bile İttihatçıların söyleminde ve siyasetinde artık yavaş yavaş Türkçülük öne çıkmakla birlikte Osmanlıcı ve İslamcı söyleme de halen başvuruluyordu.

Dolayısıyla Tom Barrack’ın Osmanlı’yı överek önümüze koyduğu millet sistemi, bırakın Cumhuriyet’i ve onun uluslaşma projesini, daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bile ve bizzat Osmanlı yöneticileri ve aydınları tarafından terk edilmiş, sonuç başarılı olmasa da yerine modern anlamda bir ulus ve yurttaşlık anlayışına dayanan bir model ikame edilmeye çalışılmıştı.

Peki Erdoğan’ın cumartesi günü yaptığı “tarihi konuşma”da adeta Barrack’ı onaylar ve millet sistemini çağrıştırır bir şekilde sürecin yol haritası olarak “Türk-Kürt-Arap birliği”nden söz etmesi bir tesadüf müydü? 

Elbette ki değildi; çünkü bir önceki “çözüm süreci”nde olduğu gibi bu süreçte de mesele yurttaşlık, anayasal vatandaşlık, demokrasi, insan hakları gibi modern kavramlar üzerinden değil, din kardeşliği üzerinden okunuyor, Türklerle Kürtleri “İslam kardeşliği” çatısı altında birleştirmek ana hedef olarak görülüyordu.

İlkinden farklı olarak bu sefer Türklerle Kürtlerin yanına bir de Araplar eklenmişti ki bu da meselenin hem İslami boyutunu hem de emperyal boyutunu göstermesi açısından önemliydi. İktidarın ve yeni devlet aklının yeni süreçten muradı fiilen ve ileride belki de resmen sınırları genişletmek, özellikle Suriye’yi bir tür “lebensraum”a, yani yaşam alanına dönüştürmekti. 

Dolayısıyla İslamcılık ve emperyal bir vizyon üzerine kurulu bu proje, Yeni-Osmanlıların başlattığı ve Cumhuriyet’e uzanan modernleşme projesinin yerine Abdülhamid’i ve onun politikalarını koymayı hedefliyordu. Yani bugünün yeni-Osmanlıcılığı, geçmişin yeni-Osmanlıcı mirasını ve Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini elinin tersiyle bir kenara iterek Abdülhamid Osmanlı’sını örnek alıyor ve bu haliyle de elbette ki gerici bir karakter taşıyordu. 

Erdoğan’ın konuşmasında en az “Türk-Kürt-Arap ittifakı” kadar dikkat çeken diğer şey ise “AKP-MHP-DEM Parti olarak birlikte yürümeye karar verdik” demesiydi. Bu cümle resmi metinlerde bir oto-sansüre uğradıysa da Erdoğan ertesi gün yine aynı şeyi söyledi ve sürecin nasıl götürülmesini istediğini de açıkça ortaya koymuş oldu. 

Konuşmasında CHP’den hiç bahsetmeyen Erdoğan, hem Meclis’te kurulacak komisyonda CHP’yi görmek istemediğini hem de yeni anayasa yapım sürecini bu üç partiyle yürütmek istediğini net bir şekilde gösterdi. Dolayısıyla Kürt sorunundaki yeni süreçle eş zamanlı olarak yürürlüğe konulan CHP’nin kriminalize edilmesi, muhalefetin tasfiyesi ve sandığın fiilen geçersizleşmesi sürecinin, yani benim tabirimle “seçimsizleştirme” sürecinin devam edeceğini bir kez daha anlamış olduk. 

Her ne kadar DEM Parti, “sözü edilen birliktelik sadece süreç birlikteliğidir” dese de o sürecin diğer bütün meseleleri de kapsadığını ve Türkiye’nin geleceğinin yeni anayasa da dâhil olmak üzere buradan belirleneceğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla kurulacak mekanizmalarda CHP’ye ve muhalefete ne kadar yer verilecek, Meclis’te kurulacak komisyon bir anayasa komisyonuna dönüştürülürse masaya kimler oturacak, DEM’in tavrı ne olacak, ne pahasına olursa olsun süreç birlikteliği devam mı edecek, yoksa kırılmalar mı yaşanacak göreceğiz.

Peki önümüze getirilen ve Kürt milliyetçiliğinin de teşne olduğu yeni-Osmanlıcı bu yeni-millet projesinin alternatifi, Kürtlerin ve Kürt sorununun varlığını inkar eden, uluslaşma tarihimizin sorunlarını tartışmaktan kaçan, hamaset üzerine kurulu bir Türk milliyetçiliği olabilir mi, buradan bir yere varabilir miyiz?

Bu sorunun yanıtının bizim açımızdan “hayır” olduğu belli. Bizim kendi çözümümüz ise bir kez daha tartışmasız bir şekilde “emekçilerin birliği” üzerine kurulu olmalı. Bugün Türk ve Kürt halkını ortak vatanda, barış içerisinde, eşit ve özgür olarak yaşatabilecek tek proje, Türk ve Kürt emekçilerin birliğini savunan, emek merkezli bir siyasetten geçiyor. Osmanlıcı ve dinci siyasetin karşısına emekçi halkın devleti, emekçilerin ulusu, emekçilerin birliği talebiyle, yani sosyalizm hedefiyle çıkmak… Çözüm en gerçekçi haliyle tam olarak burada.


https://haber.sol.org.tr

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 52