PALMİYE DEVRİ...!
Epey oluyor; bir akşamüzeri Edirnekapı yönünden Vatan Caddesi’ne doğru ilerlerken, Bulvarın ortasına, yola koşut olarak dikilen palmiye ağaçlarının, yeni yanmış şehir ışıkları altındaki uzayan görüntüsü ile karşılaştığımda öylesine şaşırmıştım ki, kendimi tutamamış tek başına olmama rağmen kahkahalarla gülmeye başlamıştım. İstanbul’da mıydım gerçekten yoksa Akdeniz sahillerinde, Kuzey Afrika ülkelerinden birinde ya da Dubai’de filan mı geziniyordum?
Vatan Caddesi, İstanbul’un eski caddelerinden biri sayılmazdı. Hatta bazı şehir plancıları, mimarlar ve sanat tarihçileri 1956-1957 yıllarında açılan bu cadde için “İstanbul’un bağrına dikilen direk” veya benzeri tanımlar kullanırlardı ama çevresinde eski yapılar vardı ve aradan geçen elli yılı aşkın sürenin içinde şehirle bir bütünlük kurmaya çalışmıştı. İstanbul’un ağaçları dediğimizde ise çınarların, ıhlamurların, erguvanların, atkestanelerinin, meşelerin yanında palmiye, kesinlikle aklımıza ilk gelen ağaçlardan biri değildi.
Ne var ki aradan geçen zaman zarfında palmiye ağacına rağbet Vatan Caddesi ile sınırlı kalmadı. Bilmem farkında mısınız ama artık İstanbul’un her yerinde, Aksaray’ın sahil yolu ile birleştiği küçük park alanında, yine sahil yolunun her iki yanında, havaalanı yolunda, her türlü park düzenlemelerinde, yeni binaların, sitelerin bahçelerinde, Taksim çevresinde, her köşede hatta bazı televizyonların reklama giriş görüntülerinde bile palmiyeler çıkıyor karşımıza.
Kısa bir süre önce Trabzon’a gitmiştim. Yanımdaki Karadenizli’ye sordum; “Ne iş, burada da mı palmiye?”, “Vallahi biz de anlamadık, Sahil yoluna epey diktiler, moda galiba” dedi.
Anlaşılan o ki, palmiye, ciddi bir ticari alan oluşturmuş diye düşünmeye başladım ve google’da küçük bir tarama yaptım. Palmiye yetiştiricilerinin reklamları, alıcıların ayrıntılı, meraklı soruları, bilgi siteleri, ticari siteler, palmiye hakkındaki sayfalar git, git bitmiyor. Palmiye furyası öyle bir yaygınlaşmış ki, şöyle yazılara rastlıyorsunuz: “Palmiye Adıyaman’da” ya da Büyükçekmece sahilindeki palmiyelerin tepelerinin kışın donmasın diye çuvallara sarılmasını, sıcak ülkelerdeki hayvanat bahçelerinde soğuk ülke hayvanlarının yaşama koşullarına benzeten, ağacın nasıl korunacağını irdeleyen duyarlı yorumlar.
Palmiye ağacı için tüm kaynaklarda ortak bir tanımla karşılaşıyorsunuz. “Anavatanı Afrika ve Kanarya Adaları olan tropikal ağaçların genel adı”. Herkesin bildiği iki ünlü palmiye ağacı var; Hindistan cevizi ve hurma. İkisi de palmiye meyvesi. Özellikle hurma ağacının kutsal ve pek nazlı olduğu söyleniyor. Kökünün sudan tepesinin güneşten ayrılmaması gerekiyormuş (1). Datça yarımadasında birkaç bükte çok az sayıda örneği bulunan Datça hurması ile İskenderun, Mersin ve Adana çevresindeki az sayıda ağacın dışında palmiyenin hiçbir türü ülkemizde doğal olarak yetişmiyor (2); sadece dekorasyon amacıyla kullanılmak üzere üretiliyor. O nedenle de gölgesi ve dalları olmayan bu ağacın, gölge olması istenilen yerlere dikilmemesi, gövde eni bir, boyu ise on metreyi geçebilen Washingtonia cinsi palmiyelerin kökleri de aynı şekilde uzayarak derinlere inebildiğinden, temel çatlaklarına yol açmaması için özellikle temele yakın yerlere dikmekten uzak durulması (3) ya da köklerinin çürümemesi için diplerinde su birikmemesine dikkat edilmesi gibi pek çok öneri ve uyarı ile karşılaşıyorsunuz (4). Ayrıca, palmiye sözcüğünün Kuran’da 22, İncil’de 30 kez geçtiğini, bu ağaca zarar veren ilahi (!) kırmızı palmiye böceklerinin bilim dünyasına yaptığı katkıları öğreniyorsunuz (5), (6).
Hakkını yemek istemem ama şu güzelim şehirde gölgesiz, dalsız budaksız, bu ağaçla öyle olur olmadık her yerde, her adım başında karşılaşmaktan hiç de hoşnut değilim. Her şehrin, her yörenin, her coğrafyanın kendine özgü bitkisi, çiçeği, ağacı, kısacası doğal bir örgüsü vardır. Kafkaslar, Himalayalar, Alpler ve Akdeniz etkilerinin ortasında bulunan ülkemiz, bitki açısından on üç bin türle dünyanın en zengin ülkelerinden biri (7). Miras deyince yalnızca anadan babadan kalan maddi varlığı ya da bildik birkaç tarihi yapıyı anlıyorsak – ki farklı bir bakışa sahip olduğumuzu gösteren çok az şey yaşıyoruz – parlak bir geleceğe doğru yol aldığımızı söylemek asla mümkün olamaz. Ne kadar çok şey birbirine benziyor artık. İnsanlar, sokaklar, köprüler, şehirler... Üstelik, hepsinin kendilerini korumaları, tam da kendi gibi olmaları onca kolay iken. Bir şeyin sırf yapılabiliyor olması, onu yapmak için yeterli bir gerekçe midir?
Palmiye ile başlamıştık ya, palmiye ile sürdüreyim. Palmiye ağacının ömrü, cinsine göre değişiyor. Bazı cinsleri üç, dört yıl yaşarken bazıları, uygun koşullarda seksen yıla kadar yaşayabiliyor. Yani en çok kiraz, ayva, vişne ve diğer pek çok meyve ağacı kadar bir ömrü var. En çok yaşayanı hurma ağacı; ama o da gerçek vatanında sürdürebiliyor bu ömrü. Oysa, çınar, ıhlamur, meşe, köknar (göknar) gibi ağaçların yaşam süreleri bin yıl, kayının dokuz yüz yıl, cevizin beş yüz yıl, zeytinin dört yüz yıl, elma ile armutun üç yüzyıl, çamın yüz yıl ile bin yıl arasında değişmekte, söğütün yüz elli yıl. Sanki artık sağlam, kunt yapılar yapmaktan, yapılmış olanlara gözü gibi bakmaktan, uzun ömürlü dostluklar kurmaktan, bin yıl yaşayacak ağaçlar dikmekten korkuyoruz da daha dayanıksız, günübirlik işler, seçimler yapıyoruz. Fark edilmekten korkuyoruz da herkesin, her şeyin birbirine benzemesini istiyoruz; silik, soluk, kimliksiz, “gölgesiz”. Gelecekten de geçmişten de korkar gibi bir duygu içindeyiz sanki.
Neyi neden yıkıyoruz, neyi neden yapıyoruz, neyi niçin terk ediyoruz, neyi neden dikip öbürünü neden söküyoruz? Anın, günün, çevrenin, dünyanın etkilerine böylesine mi açığız, yoksa çok şeye kapalı olduğumuz için mi önümüze ne düşerse onu yiyoruz? Bazen yaşadığımız zamanı “Lale Devri”ne benzetenler var. Lale Devrine haksızlık etmeyelim; Palmiye Devrindeyiz BİZ…
___________________________________
(2) Türkiye’nin Ağaçları ve Çalıları, Necati Güvenç Mamıkoğlu, NTV, 2007;
(7) Türkiye’nin En Güzel Yaban Çiçekleri, Erdoğan Tekin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005, 3. Basım.
Hits: 6317