Türkiye kamuoyu, ne ironiktir ki “borç” meselesini Yunanistan vesilesiyle konuşmaya başladı; “ironik” diyoruz, çünkü ekonomisi yaklaşık 35 yıldır bütünüyle borç üzerine konumlanmış bir ülkede toplumun “borç” diye bir olgunun varlığının farkına Yunanistan nedeniyle varması ziyadesiyle ironik bir durumdur.
O halde meselenin Yunanistan’dan ibaret olmadığını, “senin hikâyendir” diyerek anlatmaya çalışalım.
Türkiye ekonomisi 1980 yılına kadar dünya sistemine “ithal ikameci” diye adlandırılan bir modelle dâhil olmuştu ve temel amaç daha önce ithal edilmekte olan malların ülke içerisinde üretimini teşvik ederek “yerli” bir sanayi yaratmaktı.
Bu modelde devlet ithalatı zorlaştırarak yerli sermayeyi koruyor, ona birtakım teşvikler, vergi indirimleri vs. getiriyordu. Hedef iç pazar olduğu için yerli sermaye uluslararası rekabetten uzak bir şekilde ve devletin koruması altında çalışıyor, kârlılığını garanti altına alabiliyordu.
Bu model 1980’e doğru tıkanmaya başladı; çünkü işçi sınıfı politikleşiyor, sendikalı işçi ve grev sayısı günden güne artıyor, kâr oranları ise düşüyordu. Benzer bir şekilde dünya kapitalist sistemi de krizdeydi ve bir çıkış yolu arıyordu, bu yolun adı ise “neoliberalizm” olacaktı.
“Bölüşüm ilişkilerinin emek aleyhine yoğunlaştırılmış bir şekilde düzenlenmesi için izlenen politikaların bütünü” olarak adlandırabileceğimiz neoliberalizme Türkiye’de “24 Ocak Kararları” ile geçildi; halkı yoksullaştırıcı bu kararların uygulanması ise 12 Eylül faşizmiyle ve toplumun zapturapt altına alınması ile mümkün oldu.
Bu tarihten itibaren devlet sermaye sınıfına neoliberal modele uygun bir şekilde destek olmaya başladı, vergi ve borç politikaları da bu destek doğrultusunda biçimlendirildi.
Marx Kapital’de kamusal borçlanma için “ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından biridir” der ve 19.yüzyıldan günümüze bu durum değişmemiştir; borçlanma sermayenin en risksiz ve en kârlı yatırım araçlarından biridir.
12 Eylül’ün ardından, sermayenin üzerindeki vergi yükü azaltıldı ve bütünüyle emeğin omuzlarına bindirdi; bunun sonucu da bütçe açıklarının artışı oldu, çünkü kamu harcamalarını finanse etmek için yeterli gelir elde edilemiyordu.
Ortaya çıkan açığı kapatmak için sermayeden borç almak tercih edildi, bu ise bir süre sonra borçların faizlerinin dahi ödenememesi anlamına gelecek, borcun faizini kapatmak için yeniden borçlanılacak yani “borç döngüsü”ne girilecekti.
Böylelikle toplumun yoksul kesimlerinden zengin azınlığa müthiş bir “gelir transferi” yapıldı; emekçilerden vergiler toplanıyor ve “borç ödemeleri” adı altında sermayeye aktarılıyor, muazzam kârlar elde ediliyordu.
Kriz baş gösterip IMF’yle anlaşma yapılmak istendiğinde ise ilk şart borçların ödenmesinin garanti altına alınması olacak ve IMF “bütçedeki faiz dışı fazlayı artırın” diyecekti.
Yani devlet borçların faiz ödemelerini yaptıktan sonra elinde kalan cüzi miktarda parayı da “sosyal devlet” niteliğine uygun bir şekilde kullanmayacak, borçları çevirebilmek için tasarruf edecekti.
Dahası IMF “ekonomiyi kurtarmak” için özelleştirmelerin hızlandırılmasını, kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesini, esnek istihdamı vs. talep ediyordu.
AKP döneminde bu taleplerin hepsi yerine getirildi, ülke piyasa talanına açıldı ve bütün kamusal varlıklar özelleştirildi.
Yani Türkiye’de toplum ve ekonomi borç üzerinden şekillendirildi, bir “borç toplumu” yaratıldı.
O halde “borç meselesini Yunanistan vesilesiyle konuşmak ironi değilse nedir” diye soralım ve “anlatılan senin hikâyendir” diyerek bitirelim.
yurtgazetesi