Mısır’da yaşananları, “mütedeyyin halk kitlelerinin demokrasi talebiyle askeri vesayet rejimine isyanı” olarak okuyan liberaller ve muhafazakârlar, sürekli aynı soruyu soruyorlar: Mısır Türkiye olur mu?
Murat edilen ve söylenmek istenen ise şu: Mısır’dan, serbest piyasa ile gericiliği, liberalizmle muhafazakârlığı sentezleyen, ABD ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarıyla uyumlu, uluslararası sistemle bağları güçlü, emperyalizme tehdit oluşturmayan ve liberal demokrasiyle yönetilen yeni bir rejim, AKP’nin Türkiye’de kurduğuna benzer bir rejim, çıkar mı?
Soruyu biz de tersinden soralım ve yanıtını aramaya çalışalım: Türkiye Mısır olur mu?
3 Kasım 2002 seçimlerinde Türkiye toplumu, iktidar partileri olan DSP, MHP ve ANAP’ı sandığa gömerken, aslında 22 yıllık neoliberal politikalara ve onun yarattığı tahribata olan tepkisini ortaya koyuyordu.
İşçiler, emekçiler, memurlar, yoksullar, “bilinçsiz bir sınıf bilinci”yle, bir tür sınıfsal refleksle AKP’yi iktidara getirirken, aslında oylarını Erdoğan’ın ve AKP’nin IMF karşıtı, sosyal adalet vurgusu yüksek söylemlerine veriyorlardı.
AKP iktidara geldiği günden bu yana geçen yaklaşık dokuz yılda, bir yandan kendisinden çok önce başlayan neoliberal dönüşümü hızlandırarak devam ettirirken, öte yandan bu dönüşümün emekçi sınıflar nezdinde yaratacağı tahribat sonucunda ortaya çıkabilecek bir sosyal patlamayı önlemek için de kimi mekanizmaları devreye soktu.
Bir yandan, neoliberalizmin ilkelerine uygun bir şekilde, kamusal varlıkların hemen hepsi özelleştirilerek sermayeye devredildi, kamu hizmetleri piyasa mekanizmasına tabi kılındı, ekonomi yönetimini siyasal mücadelenin alanı olmaktan çıkaran üst kurullar devreye sokuldu, çalışma alanında güvencesiz çalıştırma, esnek istihdam ve taşeronlaştırma, kamu sektörü de dâhil olmak üzere yaygınlaştırıldı.
Öte yandan ise bütçeden aktarılan fonlarla, eldeki yerel yönetim olanaklarının kullanılmasıyla, muhafazakâr sermayenin hayırseverliğiyle, cemaatlerin oluşturduğu yardımlaşma ağlarıyla ve toplumsal yaşamın hızlı bir şekilde dinselleştirilmesiyle, neoliberal politikalardan en çok zarar gören halk yığınlarının sınıfsal bir öfke biriktirmelerinin önüne geçilmeye çalışıldı. Bunda da büyük ölçüde başarılı olundu.
Türkiye’nin son otuz yıllık macerasına benzer bir şekilde Mısır da 70’lerin sonundan itibaren dünya kapitalizmi ile neoliberal politikalar aracılığıyla bütünleşme politikalarını devreye soktu. Kamu sektörü küçültülür, kamusal yatırımlar azaltılır, devletin sosyal nitelikleri ortadan kaldırılırken, güvencesiz istihdam ve taşeronlaştırma yaygınlaştırıldı. Özellikle 1990’lardan itibaren uygulanmaya başlanan IMF orijinli yapısal uyum politikaları ise hem kentli emekçi sınıfları hem de köylü kitlelerini büyük bir sefalete mahkûm etti.
İşte Tunus’un tetiklediği Mısır isyanının gerisinde, başka birçok nedenin yanı sıra, esas olarak Mısır halkının neoliberalizmin ülkede yarattığı yıkıma göstermiş olduğu tepki bulunuyordu. Neoliberal yıkım emekçi sınıflardan eğitimli orta sınıflara doğru uzandığında ve bu sınıfları da hızlı bir şekilde yoksullaştırdığında, isyan kaçınılmaz hale geldi.
İsyanın kıvılcımının, Tunus’ta, üniversite mezunu ve işsiz bir gencin, sebze sattığı arabasına zabıtalarca el konulmasının ardından kendini yakmasıyla çakıldığını aklımıza getirdiğimizde, meselenin gerisindeki sınıfsal boyutu çok daha iyi anlayabiliriz. Bölgeyi saran halk isyanları, emekçilerin sınıfsal tepkileriyle otoriter rejimlere karşı birikmiş öfkenin bileşiminden ortaya çıktı. Dolayısıyla yaşananları, yazının başında da söylediğimiz üzere, İslamcıların etkili olmasına rağmen, liberaller ve muhafazakârların iddia ettikleri gibi otoriter-laik askeri vesayet rejimlerine karşı demokrasi talep eden mütedeyyin kitlelerin isyanı olarak görmek mümkün değil. Ortada, eksik olmakla birlikte kesin olarak bir sınıf bilinci bulunuyor.
Bunu anlamak için, Mısır bağlamında, üç olguya biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Olgulardan ilki, Mübarek’in devrilmesinden hemen önce başlayan ve farklı iş kollarından binlerce kişinin katıldığı grev. Eğer Mısır işçi sınıfı isyana hayatı durdurarak destek vermeseydi, Mübarek bu kadar kolay devrilmeyebilirdi. Aynı şekilde ABD, isyanın giderek emekçi bir karakter kazanacağından korkmasaydı, Mübarek’ten desteğini bu kadar kolay çekmeyebilirdi.
İkincisi Mısır ordusu ile kapitalizm arasındaki ilişki. Ordunun elinde halen birçok iktisadi teşekkül bulunuyor ve bu teşekküller serbest piyasa ilkelerine göre faaliyet gösteriyor. Kârları ise ordu içerisindeki hiyerarşiye göre bölüştürülüyor. Ordu kapitalizmin bekâsı adına Mübarek’i göndermeyi tercih etti ve geçiş sürecini kontrolü altına almasının ardında ise, hem ordu içerisindeki (özellikle genç subayların oluşturduğu) anti-emperyalist unsurlardan ham de isyanın anti-kapitalist bir niteliğe kavuşmasından duyduğu korku bulunuyor.
Üçüncüsü ise Müslüman Kardeşler’in yani İhvan’ın durumu. İhvan’ın yıllar önce bir iktidar stratejisi olarak hayata geçirdiği “paralel devlet” uygulamasının geldiği nokta, “kapitalizm içinde bir kapitalizm”den başka bir şey değil. İhvan tarafından zamanında sosyal dayanışma adına kurulan hastanelerin, okulların, bankaların ve şirketlerin hepsi günümüzde serbest piyasa ekonomisine uygun bir şekilde hareket ediyor ve neoliberalizmin yasaları uyarınca yönetiliyor. İhvan’ın isyana çekingen bir şekilde destek vermesinin de, rejimle masaya oturmasının da arkasında bu bulunuyor; Müslüman Kardeşler de stratejilerini kapitalizmin bekasına ve emperyalizmin isteklerine göre belirlemeye çalışıyorlar.
Özetle ve indirgemecilik suçlamasını da göze alarak söyleyelim, ortada emekçi sınıfların eksik bir sınıf bilincine sahip oldukları bir sınıf savaşı var ve yaşananların hepsi bu sınıf savaşının dolayımlı birer yansıması.
Şimdi en başta sorduğumuz soruya gelelim: Türkiye Mısır olur mu, yani neoliberalizmin yoksulluğa ve sefalete ittiği kitleler, kendi kaderlerinin efendisi olmayı arzulayabilirler mi?
Bu soruya “hayır” yanıtını vermenin zaten bu topraklardan umudunu kesmek anlamına geleceği açık ama içi boş bir “evet”in de bir şey ifade etmeyeceği ortada.
Soruya “evet” yanıtını verebilmek, bu arzunun ortaya çıkma zeminini yaratabilmekten ve bu zeminin araçlarının neler olabileceğini düşünmekten, yani bilinçli bir öznenin siyasete güçlü müdahalelerde bulunmasından geçiyor.
Bu ise hızla yoksullaşan ve bunun yanı sıra toplumsal yaşayışın dinselleştirilmesinden rahatsız olan “orta sınıflar”la, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların, yani Türk ve Kürt emekçilerinin, yoksullarının ortak taleplerde buluşmaları ve bu talepler etrafında siyasallaşmaları ekseninde bir projenin ortaya konulması anlamına geliyor.
Yazıyı, böylesi bir proje ile kast edilenin, sınıflar arası bir ittifak olmadığını, “orta sınıf”ların merkezi gücünü Türkiye emekçilerinin oluşturduğu eşit ve özgür bir Türkiye projesine dâhil edilmeleri olduğunu söyleyerek bitirelim. Türkiye’nin Mısır’laşabilmesi ve Mısır devriminin bugünkü kazanımlarının ötesine geçilmesi ancak bu şekilde mümkün görünüyor.
(SolHaber 15.02.2011)