2010 öncesinde, yani henüz anayasa referandumu yapılmamışken, AKP ve Cemaate göre yargı “vesayet güçleri”nin kontrolündeydi ve tamamen siyasallaşmıştı; böylesi bir hukuk düzenine güvenmek ise imkânsızdı.
Yargı ele geçirildikten sonraysa, AKP’nin izni ve bilgisi dahilinde ve Cemaat’in emniyet-yargı entegre yapılanması aracılığıyla yürütülen davalarda, yargıya dair başka cümleler kurulmaya başlandı.
Hem iktidar partisinin sözcüleri ve medyasında, hem de Cemaat medyasında, yürütülen soruşturmaların “bağımsız yargı” tarafından yapıldığı, meselenin siyasi olduğu, hukuka güvenmek gerektiği ve eğer bir haksızlık olursa buna ilk kendilerinin karşı çıkacağı sürekli olarak yazıldı çizildi.
Koalisyon bozulup Cemaat elindeki emniyet-yargı gücünü eski ortağına yönelttiğinde, yani 17 Aralık’ta, Cemaat yine aynı argümana başvurup olan bitenle uzaktan yakından alakalarının bulunmadığını, soruşturmayı “bağımsız yargı”nın yürüttüğünü, ortada siyasi değil hukuki bir mesele bulunduğunu söylüyordu.
Ancak bu sefer AKP, silahın kendisine yönelmiş olması nedeniyle, dün “bağımsız” dediği yargının “paralel” olduğunu keşfediverdi ve kendilerine yönelik bir “darbe” girişiminden söz etmeye başladı.
17 Aralık’tan bir yıl sonra, AKP Cemaate yönelik bir operasyona giriştiğindeyse, söylem aynı kalmış ama roller değişmişti.
Bu sefer iktidar partisi, Türkiye’de kuvvetler ayrılığının bulunduğunu, yargıya hükümetin müdahalesinin söz konusu olamayacağını, sürecin bağımsız yargı eliyle yürütüldüğünü ve hukuka güvenmek gerektiğini söylüyordu.
Emniyet-yargı entegre yapılanması aracılığıyla yaptığı operasyonlarda sürekli olarak “bağımsız yargı” ve “hukuka güvenmek”ten söz eden Cemaat ise bu sefer “yargı darbesi”nden söz etmeye başlamış, hukukun siyasete alet edildiğinden ve adalet sisteminin çöküşünden şikayet eder olmuştu.
Demek ki yeni Türkiye’de yargıyı kim kontrol eder ve ne kadar siyasallaştırırsa, bunu başaran o kadar çok “yargı bağımsızlığı” ve “hukuka güvenmek” safsatasına başvuruyordu.
Bu ise gayet “doğal”dı; çünkü yeni Türkiye, mahkeme salonlarında gerçekleşen bir “kansız iç savaş”la ve tertip davalarla kurulmuştu.
Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda Tv, Devrimci Karargâh, Şike gibi sayısız dava, AKP-C koalisyonu tarafından, yeni bir rejim kurmanın temel enstrümanı olarak kullanıldı, yeni bir rejim inşasına karşı duracağı düşünülen güçler bu davalarla tasfiye edildi.
Devlet aygıtını ele geçirmek ve rejimi değiştirmek için AKP-C eliyle yürütülen bu savaşta mahkeme salonları savaş meydanı, iddianameler silah, Silivri Cezaevi ise toplama kampıydı.
Savaş boyunca hukuk uygulandı ama uygulanan “düşman ceza hukuku”ydu, yani hukukun sıfır noktasında yer alan bir hukuk anlayışıydı.
Hasımlar tasfiye edilip AKP ve Cemaat devlet aygıtının nasıl paylaşılacağına, yani yeni Türkiye’nin nasıl yönetileceğine dair bir anlaşmazlığa düştüklerinde, ikisi de aynı silaha, “hukuk” silahına başvurmayı tercih etti.
İlk hamleyi daha tecrübeli olan Cemaat yaptı, 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ı tutuklamaya kalkıştılar. AKP buna dershanelerin kapatılmasıyla yanıt verince 17 Aralık geldi. AKP’nin karşı hamlesi ise hem sayısız yasa değişikliği hem de 14 Aralık oldu.
Hepsinde taraflar hukuk ve yargıyı kullandılar, hepsinde “yargı bağımsızlığı” dediler.
Tam da bu nedenle, Başyüce’nin geçtiğimiz günlerdeki “Türkiye bir guguk devleti midir” sorusunun yanıtı kocaman bir “evet”tir.
Peki, bir guguk devletine dönüşmenin sorumluları kimlerdir? Bu da, yazıdan yeterince anlaşılıyor olmalı.