Oldum olası sevmişimdir keçileri. Belki de keçiye olan merakım, aile büyüklerinden birinin henüz okula başlamadan önce bize maltız keçilerinin yeteneklerini ısrarla ama bir masal tadında anlatmasıyla başlamıştı. Bu yaz Ege’de büyük bir keçi sürüsünü uzun uzun izleme olanağı bulunca onları yeniden keşfe koyuldum. Cins cins, beyazı, alacası, siyahı, kahve renklisinden oluşan büyük bir sürüydü. Keçilerin boyunlarındaki zillerin titreşmesiyle duyulan o kendine has yoğun müzikle birlikte, tepede gözüktükleri andan, deniz kenarına inene kadar büyük bir heyecan, daha doğrusu coşkuyla, taşın, kayanın, toprağın arasından yokuş aşağı koşmaya başlıyorlar, tozu dumana katıyorlardı. Arada bir bazıları birini gördüklerinde aniden durup bir heykel gibi dikiliyor, uzun uzun gözünü dikerek neredeyse birkaç dakika hiç kıpırdamaksızın ona bakıyor, sonra inanılmaz bir hızla yeniden koşmaya başlıyordu. Keçinin gözünü dikip, bir şeye takılarak adeta donması durumunda, ani bir uyarıyla karşılaştığı zaman yere düşerek kapaklanıverdiğini bildiğim için böyle anlarda o başını çevirip de bakışmayı sonlandırana kadar bekliyorduk. Öyle ya, bu devirde bu kadar uzun bakışabilmek kolay mıydı? Sürünün köpekleri de ilginç hayvanlardı. Kesinlikle keçilerin arasında gezinmiyorlar, onlarla aşağılara inmiyor, her gün tepede belirledikleri yerde duruyorlardı. Üç küçük boy çoban köpeği vardı ve onlar sürü ne zaman deniz kenarından yukarıya çıkmaya başlarsa o zaman biraz hareketleniyorlar ve eğer genç hayvanlardan biri aşağıda kalmışsa sadece onu getirmek için iniyor, uzağında durarak yukarıya çıkmasına yardımcı oluyorlardı.
Bir gün, sürüden ayrılan küçük bir keçi grubunu deniz kenarına indiklerinde sahil boyunca arkalarından izledim. Onlar da beni izledi. Arkalarına baka baka sürdürdüler yürümeyi. Bir ara ikisi denize yuvarlandı, çıktılar yeniden önlü arkalı yürüyüşümüzü sürdürdük, mesafeyi hiç bozmadan. Her gün en bir kez karşılaştığım bu sürü pek çok şey düşünmeme neden oldu.
Keçiler aslında ilk tanıştığımız hayvanlardan biri sayılır. İlkokuldaki okuma kitaplarında resimlenen şu meşhur iki inatçı keçiden bahsediyorum. Hani yalnızca birinin geçebileceği köprüden birbirlerine yol vermedikleri için ikisinin de aşağıdaki dereye yuvarlandığı. Öykü demek istiyordu ki, farklı yönlere giderken taraflardan biri diğerine yol vermezse ikisi de istediği yere gidemez; onun için sağduyulu olun, inat etmeyin, birbirinizi gözetin, kollayın, kimse kimsenin yolunu kesmesin; yoksa aşağılara düşer, nehrin suları içinde kaybolur gidersiniz.
Aradan geçen yıllara bakınca bu öykünün önerdiklerine pek aldırdığımız söylenemez. Üstelik öykü de, ana fikri de baştan sona değişmiş görünüyor. Yeni öyküde bu kez de iki keçi geçidin ortasında karşılaşırlar. Aşağıdaki nehrin suları çağıldayarak köpük köpük akmaktadır. Keçilerden biri sorar; “Nereye gidiyorsun?” “Görüyorsun karşı yakaya geçiyorum” der beriki. “Tamam o zaman, yol ver de geçeyim” der soruyu soran. Öbürü, “Sen sordun, ben de cevapladım, şimdi yol ver de ben geçeyim” “Olmaz” der soruyu soran. “Karşıdan gelen sendin, soruyu da ilk ben sordum, senin yol vermen gerek” “Peki, tamam da sana yol verirsem karşılığında bana ne vereceksin? Menfaatim ne olacak yani..” diye sorar cevaplayan. İlk soruyu soran düşünür; “Şimdi sen karşıya geçince ne yapacaksın?” “İşimi gücümü elbette; bizim sürünün yanına gideceğim, otlayacağım, dalların körpe uçlarını bulacağım, süt vereceğim, üreyeceğim, sahibime hizmet edeceğim” Beriki yine düşünür; “Vazgeç sen karşıya geçmekten; dön, gel bizim sürüye katıl, birlikte otlayalım, birlikte arayalım körpe dalları; bizim sürünün sahibi varlıklı biri, dağımız bağımız da verimli, hem şimdi biz böyle didişmeye devam edersek bu dar alanda maazallah, birimizin ayağı kayacak, aşağıdaki hırçın suların dibini boylayacağız, bunlardan ala menfaat mi olur?”
Zamane keçileri biraz daha konuşurlar, soruyu ilk soran diğerine bağı bahçeyi anlatır, fazla çaba sarfetmeden, dağlara tepelere tırmanmadan körpe dallara ulaşıvereceği verimli topraklarda yaşayacağını, bu yeni kalabalık sürünün içinde dilediği gibi üreyebileceğini söyler, sonunda onu kendi yolunda gitmekten vazgeçirir. Böylece de hem sürüsünün sayısını artırmış, hem sahibini memnun etmiş, hem de kendi sözünü geçirterek, karşıdan gelene yol vermemiş olur. Diğeri de daha az çalışıp bol bol üreyerek zahmetsiz bir yol seçmekten memnundur. Bir de didişmedikleri için nehrin sularını boylama ihtimali de ortadan kalkmış olacaktır.
Yaz bitti, keçi sürüsünden ayrılma vakti geldi. Ama gerçek keçilerin yaşam biçimleri, birbirleri ile insanlarla, çoban köpekleri ve doğa ile kurdukları ilişkileri, davranışları ve gözü peklikleri pek öykülerdekine benzemiyordu. Zaten öyküler demek istediklerini kendi bildikleri gibi söylemezler mi? Yazana mı yazdırana mı bakmalı? Bu kez yazdıranın peşine düştüm, ama bakın neler buldum.
Keçi, “Capra aegagrus bircus” insanlığın en eski dostlarından ve ilk evcilleştirilen hayvanlarından biri. Ancak keçinin gerçek anlamda evcilleşip evcilleşmediği pek belli değil. O, başına buyruk tuhaf, güdülemeyen bir canlı. Tutunmayı, tırmanmayı, zıplamayı, uzun atlamayı, olmadık yerlerde yaşamayı onun kadar iyi bilen canlı pek az. Görüş açısı insandan geniş. İnsanlar etraflarını 160-210 dereceye kadar görürlerken, keçiler 320-340 derece açıyla çevrelerini görebiliyorlar. Kafasını oynatmadan sadece 20 derece eksikle dünyayı bir daireye yakın görebilmek onları baştan farklı kılıyor. Çevresinin bu kadar farkında olması da bir tedirginlik ve inatçılık yaratıyor. Yazar Ömer F. Oyal onu “Zanlı, Kurban ve Cefakar” olarak tanımlıyor ve görüş açısındaki farklılık için şu açıklamayı yapıyor: “Tabii bu görüş açısını sağlayan, başka toynak ayaklılardaki gibi dikdörtgen gözbebekleridir. Dolayısıyla keçinin gece görüşü de çok iyidir ve inatçılık ile görüş genişliliği pek hayra alamet değildir.” Farkındalık duygusunun son derece gelişmiş olması onda bir kişilik yaratmıştır. Kişilikli canlılar ise hep sorun yaratırlar. Bazen bir tutam ot bazen başka bir keçiye ulaşmak için “yardan uçar” bazen de dağlarda kaybolup giderler diyor yazar.
Güdülmesi de başa çıkılması da zordur. Bütün eski uygarlıklarda Mısır, Sümer, Yunan, Roma uygarlıklarında pek çok söylencede yer bulmuş ve hatta İskandinav efsanelerinde de biraz daha çileli bir karakter atfedilmiştir. Asya’da Teke/Dağ keçisi olarak kağanı simgelemiştir. Ortadoğu’da ise kurbandır.
Keçide pişmanlık duygusuna rastlanmaz. Çekiştirilip itilmeye gelmez, kendi eylemlerinin ceremesine katlanır ve sonuçlarına razı gelir. Özgürlüğüne çok meraklıdır. Kesim öncesinde diğer hayvanlardan çok daha gergin olduğu bilinmektedir. Ölümüne bir başı buyrukluğu vardır, bu karakterine boyun eğdiren tek itki ise yakınlıktır. Yine de insanlarla ucu açık bir yakınlık kurmayı tercih etmiştir. Meraklıdır. Araştırmacılar keçinin olduğu yerde iki metreden aşağıdaki hiçbir şeyin güvende olmadığını söylüyorlar. O, merakından mutlaka ne olduklarına bakacaktır çünkü. Yerinde duramayan, son derece hareketli bir yapısı olduğu için barındırmak da gütmek de zor. Ama tüm bu zorluklarına rağmen dayanıklıdır ve insanla kurduğu mesafeli ilişkide insanlığın kültürüne ciddi anlamda tutunmuş, bütün uygarlıklarda önemli bir yer edinmiştir. Sürünün lideri yaşlı tekedir. İnsana olan yakınlığına rağmen daima hissedilen bir uzaklığı vardır. Kuralları kendi belirler, yanınıza isterse gelir, isterse gider, gözünü diker bakar da bakar, kuşkuludur, anlaşılmazdır. Hiçbir canlı ile içli dışlı olmamıştır. Aslında o bir “olağan şüheli”dir.(*)
Keçinin bu hizaya gelmez, teslim olmaz özelliklerini uzun uzun izleyip pek çoğuna aylarca bire bir tanık olduktan sonra kesin olarak şu kanıya vardım. Keçi iyidir ve keçileşmek gerekir….
(*) Keçi; Zanlı, Kurban, Cefakar; Ömer F. Oyal; Yapı Kredi Yayınları, 2013
Av. Muazzez ÇÖRTELEK, İst., 26.10.2014