Penguenli havuz medyası görmek istemese de Türkiye, özellikle Türkiye’nin doğusu yanıyor.
Bu yazının yazıldığı saatlerde 16 ölü ve altı ilde sokağa çıkma yasağı vardı; okullar tatil edilmiş, esnaf kepenk kapatmış, asker sokağa inmişti.
Bu yangının sorumlusu bellidir: Suriye iç savaşını körükleyenler ve çözüm sürecinin Rojava’dan bağımsız olarak ele alınabileceğini sanma gafletine düşenler.
Hatırlayalım, 2 Ekim günü bu köşede şu soruyu sormuştuk: “Kobane kuşatmasına kimin destek verdiğini artık sağır sultan bile duymuşken, Rojava’yı boğmak ve Esad’ı düşürmek için sınırın ötesine kalıcı olarak geçmek düşünülüyorken ve bunun için Meclis’ten yetki alınıyorken içerideki çatışmasızlık ortamı daha ne kadar devam edebilir?”
Yazının sonunda ise şöyle demiştik: “Öcalan bu konjonktürde heyete “devam” mesajı verecektir ama süreç pamuk ipliğine bağlı olmaya devam edecektir; çünkü sınırın öte tarafı yanarken bu tarafında sulh beklemek hayalciliktir.”
Yani görünen köy kılavuz istemiyor, Türkiye adım adım bir çatışma ortamına sürükleniyordu; çünkü “süreç” denilen şey, iktidar ısrarla reddetse de Rojava’yla doğrudan bağlantılıydı.
Rojava kentlerinden Kobane dinci-faşist IŞİD çetesinin kuşatması altına girince ve üstelik bu kuşatma yeni-Osmanlı’nın desteğini alınca, Öcalan’ın “süreç bitti” açıklamasına gerek kalmaksızın, sokak devreye girdi.
Peki süreç “resmi” olarak bitti mi? Masa henüz devrilmedi, Öcalan’ın “!5 Ekim’e kadar süre” açıklamasına bakarsak, görüşmelere devam da edilecektir; ancak süreç fiilen “askıya alındı.”
Çünkü “çatışmasızlık ortamı”yla kastedilen, silahlı güçlerin, yani PKK militanlarıyla asker ve polisin çatışmamasıysa, henüz o aşama geride bırakılmadı belki ama az önce söylediğim gibi sadece 24 saat içerisinde 16 kişi yaşamını yitirdi.
Bu manzarada düşündürücü olan şey şudur: Ölenlerin çoğu devlet şiddetiyle değil, IŞİD’in Türkiye’deki uzantısı gibi hareket eden İslamcı grupların eylemcilerin karşısına çıkarılması neticesinde hayatlarını kaybettiler.
90’larda Kürt siyasetine karşı kullanılan Hizbullah güçleri bir kez daha sahneye ve Kobane eylemlerinin üzerine sürüldüler.
Dolayısıyla mesele devlet şiddetini de aştı ve Suriye’de yaşananların, yani iç savaşın küçük çaplı bir versiyonuna dönüştü.
Ülkenin bir tür iç savaş tehdidiyle karşı karşıya olduğunu kimsenin inkâr edemeyeceği bir noktaya gelmiş durumdayız ve bunun esas sorumlusunun dün “Şam düştü düşecek” bugün ise “Kobane düştü düşecek” diyenler olduğunu biliyoruz.
Peki sorumlu belliyken ve karşımızda IŞİD’in uzantılarının ülkeyi kan gölüne boğma ihtimali varken, Kobane’ye bakıp “yesinler birbirlerini” demek mümkün mü?
Bir tarafta yaşadıkları kenti savunan, yani “vatan savunması” yapan insanlar, öte yanda istilacı barbarlar…
Bir tarafta kadınlı erkekli bir yönetim biçimi yaratmaya çalışanlar, öte tarafta kafa kesen vahşi sürüsü…
Bir tarafta Barzani’ye, ABD’ye, yeni-Osmanlı’ya teslim olmayanlar, planlarına “evet” demeyenler, öte tarafta emperyalizmin maşası dinci-faşist bir çete…
Sınırın öte yanında IŞİD, bu tarafında ise uzantıları…
Dinci faşizm bu ülkede ve bölgede yaşayan herkesin temel sorundur, gericilik ve hizmet ettiği emperyalizm, hem ülkemiz hem de bölgedeki tüm halkların ortak düşmanıdır.
O yüzden eşit yurttaşlığa dayalı, laik-demokratik bir cumhuriyette yaşamanın yolu bugün Kobane’yle dayanışmaktan geçmektedir.
Aksi takdirde, bugün Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de cinayet işleyen IŞİD uzantıları, yarın kapımıza dayanacak, o vakit ise iş işten çoktan geçmiş olacaktır.