Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde HDP’nin ve Demirtaş’ın yürüttüğü kampanya “Türkiyelileşme” teması üzerinden ilerler ve neredeyse bütün tartışmalar bunun üzerinden yapılırken, sanal âlemin en zekâ dolu ve en komik sitelerinden biri olan Zaytung’da şöyle bir “haber” yayınlandı:
“Aşırı Türkiyelileşme sonucu bir grup HDP’li, HDP İstanbul il Başkanlığı Binasına saldırı düzenledi.”
Elbette ki ortada saldırı falan yoktu ama mizahın zekice yapıldığında nelere muktedir olduğunun muhteşem bir örneği vardı karşımızda.
Zaytungçular, “Türkiyelileşme” denen şeyin, eğer içi doğru bir şekilde doldurulmazsa varacağı yerin neresi olabileceğine mizahın gücüyle işaret ediyorlardı çünkü.
Ne de olsa sosyalistlerin ya da Kürt siyasetinin parti binalarına saldırılar, linç girişimleri, bayraklı, vatan-millet-Sakaryalı provokasyonlar, milliyetçilik ve hamaset edebiyatı da “Türkiyeli” olmaya, Türkiye’de yaşamaya içkindi ve üstelik son derece yaygındı da.
Şahsen kendi adıma Kürt hareketinin Türkiyeli bir siyaset izlemesini hep çok önemsedim. Kürt sorununa hep Kürt ve Türk emekçilerinin, yoksullarının birliği perspektifinden baktım, bu yönde atılan her adımın üzerine titrenmesi gerektiğini düşündüm.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de Demirtaş’ın bu perspektifle kampanya yürütmesini, iktidarı karşısına almasını, sol ve birlikçi bir söylemi dillendirmesini kıymetli buldum.
Tam da bu nedenle, “savrulma”, “ilkesiz davranma”, “rüzgâra kapılma” gibi eleştirileri de göze alarak, söz konusu Türkiyelileşme siyasetinin “bizim tarafta” bir karşılığı olduğunu ve buna kıymet verildiğini naçizane gösterebilmek adına oyumu Demirtaş’a vereceğimi açıkladım.
Pişman mıyım peki? Hayır değilim.
Dediğim gibi Kürt sorunu HDP’yi de Demirtaş’ı da aşan bir mesele ve eğer Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte mücadelesi gibi bir derdimiz varsa, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar hepimiz için bir referans noktası olmaya devam edecek.
Gelelim seçim sonrasına ve yüz binlerce kişiye “alkışı duydum, ihaneti gördüm” dedirten meseleye.
Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki, içeriğine yönelik eleştirilerim baki olmakla birlikte “müzakere” denilen şeye karşı değilim, çünkü silahların sustuğu yerde söz söylemek mümkün olabiliyor ancak.
Çatışmasızlık ve iki taraftan insan ölümlerinin yaşanmaması insani açıdan son derece önemli olduğu gibi, siyaset yapmaya zemin açması açısından da önemli yani.
Ayrıca ortada ne bir AKP-PKK ittifakı var, ne de “AKP Kürtleri kandırıyor” denilebilecek bir durum. Yani “müzakere bu değil.”
Müzakereye özellikle Türk tarafından böyle yanlış bir yaklaşım var ama Kürt siyaseti içerisinde de teslimiyetçiliği, AKP rejimini kabullenmeyi, o rejimle iyi geçinmeyi müzakerenin olmazsa olmazı sanmak gibi bir hata üzerinden siyaset yapanların sayısı hayli çok.
TIR’lar Rojava Kürtlerine ölüm saçması için sınırdan silah ve mermi taşırken ve ülke cihatçılar için bir lojistik üsse dönüştürülmüşken “mesaimiz var” diyerek Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olmasını istemek buna bir örnek mesela.
Ya da Köşk resepsiyonunda “espriler havada uçuştu” tarzı haberlere meze olacak şekilde Erdoğan’la “kanka muhabbeti” yapmak.
Ve elbette ki alkış meselesi…
Yalan olduğunu herkesin bildiği bir yemini alkışlamak ve bunu önce “nezaket”le sonra da “halk iradesine saygı”yla açıklamak, eleştirenlere de had bildirmeye kalkışmak.
Hepsi bir araya geldiğinde tam da Zaytung haberindeki şeyi oluşturuyorlar: Müzakere sürecinin yarattığı “aşırı Türkiyelileşme”yi.
Oysa biliyoruz ki her şeyin aşırısı zarar. Sizce de öyle değil mi?
“Aşırı Türkiyelileşme sonucu bir grup HDP’li, HDP İstanbul il Başkanlığı Binasına saldırı düzenledi.”
Elbette ki ortada saldırı falan yoktu ama mizahın zekice yapıldığında nelere muktedir olduğunun muhteşem bir örneği vardı karşımızda.
Zaytungçular, “Türkiyelileşme” denen şeyin, eğer içi doğru bir şekilde doldurulmazsa varacağı yerin neresi olabileceğine mizahın gücüyle işaret ediyorlardı çünkü.
Ne de olsa sosyalistlerin ya da Kürt siyasetinin parti binalarına saldırılar, linç girişimleri, bayraklı, vatan-millet-Sakaryalı provokasyonlar, milliyetçilik ve hamaset edebiyatı da “Türkiyeli” olmaya, Türkiye’de yaşamaya içkindi ve üstelik son derece yaygındı da.
Şahsen kendi adıma Kürt hareketinin Türkiyeli bir siyaset izlemesini hep çok önemsedim. Kürt sorununa hep Kürt ve Türk emekçilerinin, yoksullarının birliği perspektifinden baktım, bu yönde atılan her adımın üzerine titrenmesi gerektiğini düşündüm.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de Demirtaş’ın bu perspektifle kampanya yürütmesini, iktidarı karşısına almasını, sol ve birlikçi bir söylemi dillendirmesini kıymetli buldum.
Tam da bu nedenle, “savrulma”, “ilkesiz davranma”, “rüzgâra kapılma” gibi eleştirileri de göze alarak, söz konusu Türkiyelileşme siyasetinin “bizim tarafta” bir karşılığı olduğunu ve buna kıymet verildiğini naçizane gösterebilmek adına oyumu Demirtaş’a vereceğimi açıkladım.
Pişman mıyım peki? Hayır değilim.
Dediğim gibi Kürt sorunu HDP’yi de Demirtaş’ı da aşan bir mesele ve eğer Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte mücadelesi gibi bir derdimiz varsa, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlar hepimiz için bir referans noktası olmaya devam edecek.
Gelelim seçim sonrasına ve yüz binlerce kişiye “alkışı duydum, ihaneti gördüm” dedirten meseleye.
Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor ki, içeriğine yönelik eleştirilerim baki olmakla birlikte “müzakere” denilen şeye karşı değilim, çünkü silahların sustuğu yerde söz söylemek mümkün olabiliyor ancak.
Çatışmasızlık ve iki taraftan insan ölümlerinin yaşanmaması insani açıdan son derece önemli olduğu gibi, siyaset yapmaya zemin açması açısından da önemli yani.
Ayrıca ortada ne bir AKP-PKK ittifakı var, ne de “AKP Kürtleri kandırıyor” denilebilecek bir durum. Yani “müzakere bu değil.”
Müzakereye özellikle Türk tarafından böyle yanlış bir yaklaşım var ama Kürt siyaseti içerisinde de teslimiyetçiliği, AKP rejimini kabullenmeyi, o rejimle iyi geçinmeyi müzakerenin olmazsa olmazı sanmak gibi bir hata üzerinden siyaset yapanların sayısı hayli çok.
TIR’lar Rojava Kürtlerine ölüm saçması için sınırdan silah ve mermi taşırken ve ülke cihatçılar için bir lojistik üsse dönüştürülmüşken “mesaimiz var” diyerek Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olmasını istemek buna bir örnek mesela.
Ya da Köşk resepsiyonunda “espriler havada uçuştu” tarzı haberlere meze olacak şekilde Erdoğan’la “kanka muhabbeti” yapmak.
Ve elbette ki alkış meselesi…
Yalan olduğunu herkesin bildiği bir yemini alkışlamak ve bunu önce “nezaket”le sonra da “halk iradesine saygı”yla açıklamak, eleştirenlere de had bildirmeye kalkışmak.
Hepsi bir araya geldiğinde tam da Zaytung haberindeki şeyi oluşturuyorlar: Müzakere sürecinin yarattığı “aşırı Türkiyelileşme”yi.
Oysa biliyoruz ki her şeyin aşırısı zarar. Sizce de öyle değil mi?