Erdoğan şu an Cumhurbaşkanı mı? Yüksek Seçim Kurulu kesin sonuçları açıkladığına göre öyle.
Ama hayır durun, sonuçlar günlerdir Resmi Gazete’de yayınlanmadığına göre öyle değil.
Erdoğan Başbakan mı peki? Başbakan sıfatıyla icraatlarına devam ettiğine göre öyle.
Ama bir dakika, YSK sonuçlarına göre Cumhurbaşkanı olduğuna göre, aslında Başbakan değil.
Gül Cumhurbaşkanı mı peki? Görevi 28 Ağustos’ta Erdoğan’a devredeceğine göre öyle.
Ama ya Erdoğan? Erdoğan seçilmiş Cumhurbaşkanı olduğuna göre?
Peki Erdoğan Cumhurbaşkanıysa neden hâlâ AKP’nin Genel Başkanı sıfatıyla hareket edebiliyor ve kongre öncesi halefini ilan edebiliyor?
Bu bir yana, AKP’de parti içi demokrasi varsa, Erdoğan nasıl partinin başına ve Başbakanlık makamına atama yapabiliyor?
Hep yazıyoruz, “Türkiye’de Cumhuriyet çökmüştür, rejim değişmiştir” diye, son on beş gündür yaşananlar da ispatlamıyorsa daha ne ispatlayacak bunu?
Tek adamın her şey olduğu, Başbakan ve Genel Başkan atadığı, kabineyi belirlediği, bir sonraki dönem kimlerin milletvekili olup olmayacağına karar verdiği bir parti-devleti rejimi.
“Padişah”ın “sadrazam”ı atadığı, parlamentonun süs işlevi gördüğü bir tür meşruti monarşi, “hayaldi gerçek oldu” diyerek söyleyecek olursak yeni-Osmanlı.
“Yeni Türkiye” dedikleri “yeni-Osmanlı” aslında demek ki.
***
Peki “yeni-Osmanlı” kurulur da atanan sadrazam yeni-Osmanlıcı olmaz mı?
Kendisinin ağzından resmi olarak hiçbir zaman duyamazsınız ama Davutoğlu bir yeni-Osmanlıcıdır.
Bir akademisyen olarak dünyaya “medeniyet” paradigması içerisinden bakar; tıpkı “Medeniyetler Çatışması” kitabının yazarı Samuel Huntington gibi dünya siyasetini medeniyetler arasındaki bir mücadele olarak görür.
Bizim medeniyetimiz “Türk-İslam medeniyeti”dir Davutoğlu’na göre, Cumhuriyet ise bizi ait olduğumuz medeniyet dairesinden almış ve Batı medeniyetine eklemlemek istemiştir. Bu ise hüsranla sonuçlanmıştır.
O halde yapılması gereken nedir?
Yapılması gereken Türkiye’yi yeniden ait olduğu medeniyet dairesine döndürmektir, yani Cumhuriyet parantezi kapatılmalı, Cumhuriyetin dış politika anlayışı da reddedilmelidir.
Yeni dış politika anlayışı ise Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi topraklarda, yani Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve bilhassa Ortadoğu’da emperyal bir vizyonla hareket etmesi üzerine inşa edilmelidir.
Yani Osmanlı, bu sefer kılıç-kalkanla değil ama diplomasiyle, ekonomiyle, kültürel ilişkilerle yeniden kurulmalıdır. Bunun adı ise “Stratejik Derinlik”tir.
Stratejik Derinlik 600 sayfalık bir kitaptır ve 600 sayfa özetle bunu anlatır.
Anlatır ama hayat kitaplarda anlatıldığı gibi değildir. 400 milyar dış borcu olan, ekonomisi katma değer üretmeyen, enerji kaynaklarından yoksun, sıcak para akımlarına göbekten bağlı bir devlet, imparatorluğu ancak hayallerinde görür, emperyal fantezi gider ikide bir hakikat duvarına toslar.
***
Marx, Hegel’e atıfla “tarihte her şey iki kere yaşanır, ilkinde trajedi, ikincide komedi olarak” der.
Osmanlı’nın yıkılışı yüz yıla yakın sürmüş, büyük savaşlara yol açmış, milyonlarca kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı.
“İkinci Osmanlı”nın yıkılışı ise birkaç yıla sığdı; beslediği cihatçılar Ortadoğu’nun belası oldu, devirmek için her şeyi yaptığı Esad dimdik ayakta, Mısır’daki müttefiki darbeyle devrilmiş durumda, IŞİD’in elinde 49 rehine var ve fidye olarak Süleyman Şah Türbesi masada…
İlkinin çöküşü trajediydi, ikincisi kara mizah oldu.
Oldu da ne oldu? Stratejik Derinlik’in müellifi yeni-Osmanlı’nın ilk sadrazamı payesiyle mükâfatlandırıldı, geriye “gülelim mi ağlayalım mı” sorusu kaldı.