Hukuk uzunca süredir önemli bir mücadele alanı.
AKP’nin iktidara gelmesinin hemen ardından Türkiye’nin gündemine oturan yargı merkezli tartışmalar, yargının Cumhuriyetin tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilmesinde oynadığı özel rol nedeni ile hiç gündemden düşmedi.
Bu süreçte uzunca bir dönem AKP ile cemaat kader ve hedef ortaklığı yaptı. Bu ortaklık üzerinden yargı içerisinde de rahatça örgütlenen cemaat, örgütlenmesi ile birlikte yargıyı baştan sona yeniden biçimlendirdi de.
Artık yargı eski yargı değildi.
Artık “zor aygıtının bir parçası” olmanın ötesinde, kendisini İkinci Cumhuriyet’in asli unsuru olarak deklare etmiş, yeni bir kimlik oluşturmuş ve kararlarını “yeni” cumhuriyetin ihtiyaçları doğrultusunda veren bir yapıdan bahsetmekteyiz. Tamamen operasyonel bir araca dönüşmüş olan bu yapı kuralsızlığı en çıplak hali ile kural haline getirmiştir.
Kabul etmek gerekiyor ki; bu süreçte AKP tarafından bu örgütlenmenin tehlike olarak görülmesini sağlayacak bir tablo da yoktu. Bir ortaklık tanımlanmıştı ve yol alınıyordu. Ancak ne zaman ki bu tablo değişmeye başladı, ortaklık da sarsılmaya başladı. (İlla bir tarih aranacaksa, Birinci Cumhuriyeti tasfiye sürecinin tamamlanması olarak da okunabilecek 2010 referandumu ve 2011 Haziran seçimleri dikkate alınmalıdır.)
AKP’nin kendisi için de ciddi tehlike olabilecek ve bunun işaretlerini zaman zaman göstermiş olan bir mekanizmayı, hele ki Haziran direnişi sonrasında kontrolü dışında bırakması zaten düşünülemezdi. 17 Aralık operasyonu sonrası taraflar arasındaki çatışma açık bir hal aldı. AKP önce kendi önlemlerini hayata geçirdi, ardından karşı atağa geçti.
Buraya kadar yazılanlar aslında uzunca bir süredir yazıp çizdiklerimizin bir tekrarı. Yeni bir şey yok.
Yine de bunları kısaca hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte girilen “yeni evre”de hukuk alanında bir kez daha şiddetli mücadelelerin yaşanacağının işaretleri görülmeye başlamışken.
Hakkında düzenlenmiş üç fezleke bulunan, bunun yanında 17 Aralık operasyonunun şüphelileri arasında adı geçen Erdoğan önümüzdeki beş yıl boyunca bu dosyalara dair endişe duymayacağını hesap ediyor. Cumhurbaşkanı olarak elde ettiği anayasal dokunulmazlığın kendisine bunu sağladığı hesabı üzerinden hareket ediyor.
Bunun yanında, Anayasanın 105. maddesi Cumhurbaşkanının TBMM’nin üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tam sayısının en az dörtte üçünün vereceği karar ile vatana ihanet ile suçlanabileceğini düzenliyor.
Hakkında “vatana ihanet” tartışmaları daha koltuğuna oturmadan başlayan Erdoğan yalnızca Meclis aritmetiğine güvenerek hareket edemez. Yargının bir bütün olarak kontrol altına alınması bunun içinde önemli.
17 Aralık sonrası HSYK üzerinden cemaatçi hakim ve savcılara yönelik bir müdahalede bulunulmuş olsa da, yine HSYK’nın iç dengeleri nedeni ile bu müdahale sınırlı kaldı. Erdoğan kendini o kadar da güvende hissetmiyor. Bu nedenle de Ekim ayında yapılacak HSYK seçimleri oldukça önemli.
Fark etmişsinizdir; buraya kadar anlattıklarımızda sol yoktu.
Tüm bu süreç boyunca, yargı içerisinde süren mücadelede ilerici güçlerin müdahale çabaları tabi ki oldu. Ancak bunun sınırlı olduğunu ve yetmediğini kabul etmemiz gerekiyor.
İlerici, sol güçler yargı içerisinde süren tartışmalara bu kez güçlü bir şekilde müdahale etmenin yollarını bulmalılar.