Hani “beğenmeyen küçük kızını vermesin” derler ya; birileri beğensin ya da beğenmesin olayları hep “sol” gözümle bakarak değerlendiririm. .
Piyasacı düzende, hele hele bizimki gibi; kibarca “gelişmekte olan” diye anılan, ama bu tanımı tersinden okursanız “hala gelişmemiş sayılan” ülkelerde iktidarı öncelikle “sermaye” belirler
Nasıl oluyor da mı sermaye belirliyor?
Bu memlekette 10 milyondan fazla aileye kömür, makarna dağıtmak, köylüye ekip biçmeden parasını vermek, imar rantı dağıtarak taraftar palazlandırmada etkili olan şey “fikir” değil de “para” ise; bu sayede ülke çapında kazanılan destek ve onun sandığa yansıması ile elde edilen iktidar da yine sermayenin işidir.
Neden “sağ” gözle bakmıyorsun derseniz, o gözle değerlendirmek için pek kafa yormaya, olanların nedenini niçinini araştırmaya gerek var mı ki? “Hesabınıza gelir” adama inandım der taraftarı olursunuz, “Ama siz de 80 sene önce şunu yapmıştınız” der muhalefet edersiniz.
Onların ünlü ekonomistleriyle siyasetçileri bile “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” "bu işleri piyasa kendi kendine halleder” dediklerine göre siz de koyuvereceksiniz kafa yormayı ki işler bildiği gibi gitsin. Çok üstelenirse “bunları konuşmanın bana ne faydası var?” deyin yeter.
Nitekim, o cenah düşüncenin fazlasından da hoşlanmaz, sizden sadece “Düşünen kafalara tehlikeli fikirler üşüşür; büyüklerimiz bizi bizden daha çok düşünür” inancında olmanızı beklerler.
*
Türkiye, küresel sermayenin kaynağı olan süper gücün yükselen demokrasi (!) merakıyla birlikte en azından son oniki yılda ivmesi giderek artan bir biçimde “Ortadoğulu”laşmaya başladı mı? Başlamadı mı?
Başladı elbette.
Üstelik bu siyasi “sath-ı mailde” yani eğik düzlemde yokuş aşağı yuvarlanırken en son nereye toslayıp duracağımız belli mi?
O da belli değil.
Belli olan bir tarafı var olayın; o da ülkenin çağdaşlaşma, batılılaşma, bağımsızlaşma yönünde, kurulduğu günden bu yana verdiği bunca emekle elde edilen kazanımlar günden güne acımasızca yok ediliyor, hatta sadece yok etmek de ne kelime! Bilinçlice işler tam tersine çevriliyor.
Bir düşünsenize, acaba küresel sermayenin merkezinin Ortadoğuya olan yüksek ilgisi ile bizim giderek Ortadoğululaşmamız arasında çok yakın bir “eş zamanlılık” yok mu?
*
Nasıl oluyor bu işler peki?
Nasıl oluyor da bir zamanlar bağımsızlığına sahip çıkarak bütün dünyaya kendini kabul ettirmiş, bütün mazlum ülkelere örnek olmuş olan ülkemiz Türkiye şimdi o arsız küresel sermaye ile birlikte yatıp kalkıyor ve kendi yönünü Ortadoğu bataklığına çevirebiliyor?
-Bu değişim, tarihte on altı devlet kurup on beşini batırmış necip milletimizin fıtratına göre, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına ulaşırken yaşanması gereken doğal bir süreç miydi acaba?
-Bu toplumun her kesiminin; öncelikle medeni haklara kavuşturulmuş kadınının, okur yazarlığı yüzde beşlerden yüzde seksenlere çıkartılmış toplumumuzun, eğitim imkanları artırılmış gençlerimizin Cuımhuriyet dönemindeki “hızlı” kazanımları haz edememesi, onu adeta kusması mı?
-İyi kötü ortaya çıkmış milli burjuvazimizin yani ticari-sınai patronlarımızın çağdaşlıktan vazgeçip Ortadoğuya, ortaçağa özenmeleri mi?
-Kendi başlarına bu ülkeye ekonomik/siyasi patronluk etmek varken küresel/yabancı sermayelere ihtirasla gelin gitme istekleri mi?
Hiç biri olduğuna inanmak mümkün değil.
Ne kadının durup dururken kendini Ortadoğulu hemcinslerinin yaşamına özenerek “ kapanma , kapatılma sözde hürriyetine” merakı; ne okur yazarımızın yüzünü kara cehalete dönmesi, ne ticari-sınai alanlarda bu devletin imkanlarıyla ortaya çıkmış milli burjuvazimizin direksiyonu dışarıya, yeşil sermayeye, kaosa, bilinmezliğe terketme eğiliminde olması…
Denemek için sorun her birine:
-Ey kadınlar, oy hakkınızın iptaline ne dersiniz?
-Ey okuryazarlar, latin harflerini bırakıp arap harflerine dönmeyi ister misiniz? Çocuklarınızı okullardan alıp tekkeye, zaviyeye gönderir misiniz?
-Ey sanayici, huzur içinde ticaret yapar, çarkınızı döndürürken, sizler bu ülkenin iktidarlarını tayin ederken, hükümet katında sözünüz dinlenirken şimdi kafanızın üzerinde bir Demokles kılıcının sallanmasına razı olur musunuz?
-Ey gençler, bu bilgi ve iletişimin her yıl katlanarak gelişen çağında gelişmenizin ve dünyaya açılmanızın ancak imam hatip okullarında verilen “tedrisat”tan geçeceğini mi düşünürsünüz?
-Ey toplumumuz, çağdaşlığı yüzünüzü ortadoğuya dönmekle mi yakalayabileceğini sanıyorsunuz?
“Normal şartlar altında” bu soruların hiç birine kimseden “evet” cevabı alamazsınız.
Hatta “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesinde olanlarından, dünyanın gidişatını da ülkesinin gidişatını da umursamayanlardan, “bana ne”cilerden bile. Çünkü insanların doğalarına da çıkarlarına da aykırıdır bu günkü tablo.
*
Peki o zaman nasıl oluyor da bir toplum aklı başında yaşarken bir biçimde bu duruma yelken açabiliyor?
Acaba bu toplum mu şimdiki bağnaz kafaları kendiliğinden doğuruyor, bağnaz kafalar mı böyle bir toplumu yaratabiliyor?
Ya da bütün bunların belirleyicisi Kasımpaşa’lı bir futbolcunun kişisel hırsı, kafasında kurguladığı dünya ve bunu gerçekleştirebilen siyasi feraseti mi?
Hiç biri değil!...
Olacak şey değil ama… Haydi bir nebze öyledir diyelim; acaba o zaman bu ülkenin kadınlarının kendi hürriyetlerinden vazgeçmelerine, bu halkın çağdaşlığı bırakıp ortaçağ karanlığına, Ortadoğu bataklığına yönelmesine, bir zamanlar beğenmeyip hükümet bile değiştiren milli burjuvazinin şimdi yoğurdu korkarak, üfleyerek yemesine hangi kuvvetli etki neden olmaktadır? Bunu düşünmek gerekmez mi?
*
Bize göre, bütün bunların ardındaki unsur, “küresel sermaye”nin bitmek tükenmek bilmeyen kazanç hırsı ve bu hırsla taa buralara kadar uzanıp devreye soktuğu ve siyasetimizi parmaklayan gücüdür.
Öyle ki, ilk bakışta “bu düzen benden sorulur, hükümetleri ben tayin ederim” diyen milli burjuvazi bile en son kozunu 42.ci Ecevit hükümetini düşürerek oynayabilmiş; sonraki yıllarda o da, günden güne büyük sermayenin kuzusu haline düşürülmüştür.
Bir karşı soru akla gelir: İşi bu hale getiren güç “sermaye” ise, peki bizim yerli sermaye neden bu kadar “edilgen” ya da “güdülgen” hale düşmüştür? Neden bu ülke için belirleyiciliğini kaybetmiştir? Bu işleri sermaye yönlendiriyorsa bizimki de buraların büyük sermayesi değil mi?
Hani “Büyük balık küçük balığı yutar” lafı vardır ya… Konu biraz onunla ilgili.
Küçük denizlerin balığı küçük, büyük denizlerin balığı büyük olur.
Türkiye “küreselcilik” rüzgarına tutulup büyük denizlere açık hale gelince, doğal olarak bizim büyük dediğimiz balıklarımız o engin denizlerden akıp gelen balıkları karşısında küçük kalmışlardır.
O küresel sermaye de, sınır tanımaz yayılmacılığını sürdürebilmek için önce bu ülkenin “İstanbul sermayesi “ diye adlandırılan ve bir zamanlar ülkedeki düzenin en büyük belirleyicisi olan “yerli büyük sermaye”sini parasal olarak avucunun içine almış, ardından da karşısına, hatta artık tepesine de diyebiliriz, kendisine daha da uyum gösteren yeşil sermayeyi ve o yeşil sermaye çevresinin siyasetçilerini koymuştur.
Bu gün yerli büyük sermaye “yeşil sermaye”dir ve rengi de günden güne biraz daha türbe yeşiline dönmektedir. Arkalarındaki esas patron da küresel sermayedir.
Borçsuz ülkenin neredeyse pek nadir bulunduğu bu günün dünyasında, ekonominin kanı ve canı olan “para” ve “kredi”nin muslukları küresel sermayenin elindedir.
İşte artık buralarda da o gücünü kullanan küresel sermaye, sahiplerinin ekonomik çıkarları için çeşitli kurum ve kuruluşları eliyle, bizi de dahil ettiği coğrafyanın siyasi düzenini kontrol eder.
Küresel sermayenin çıkar hesapları şöyle ya da böyle bir siyasetin önünün açılmasını gerekli görürse, bunu para musluklarını açarak ya da kapayarak yapar.
Faturası arkadan gelecektir ama, musluklar açıldığında iktidarlar “var mıydı bizden önce bu tüketim imkanları” der ve borç-harç halkına sözüm ona refah dağıtır; kısıldığında ise ne ithalatı finanse edebilir, ne yatırımlara para bulabilir ve ne de borç çukurunda debelenen halka yaşama şansı tanıyabilir.
Bu siyasetin derinliğini düşünmezseniz, günlük hayatınızda “Bak şimdi Avrupa’da olan her şey bizde de var, üstelik taksitler gelecek yılda başlıyor” der birilerinin siyasetine taraftar olursunuz ya da “bak her şey yine karaborsa, her şey karneye bağlandı” bu iktidar beceremedi der hükümete yüklenirsiniz.
"Halkçı" dediğimiz Ecevit dönemindeki gaz, ayçiçek yağı kuyruklarında beklemiş olanlar bu anlatılanları kolayca gözlerinin önüne getirebileceklerdir.
Yine hatırlanacağı üzere 2001’de de, ulusal egemenliğimizin harman yeri olarak bildiğimiz Meclisimizde IMF’in Kemal Derviş eliyle istediği 15 kanun 15 günde çıkartılınca işler hemen “düzelmiş” ve iktidarın önü açılmıştı.
Hani “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” denir ya... siyasette binilmiş olan o alamet de bu “küresel sermayedir.”
Bu yapıda, küresel sermaye para musluğunu kesti mi ekonomi durur.
Ekonomi durunca hükümetler gider;
Tekrar açıldığında “daha müsait” hükümetler iktidara gelir, işler açılıverir.
*
Peki, “müsait” hükümetler geldiğinde, dışarıdaki büyük sermaye de, onun koltuğunun altında kalmış yerli büyük sermaye de bazı durumlar gerektirdiğinde bu hükümete “gözünün üzerinde kaşın var” der mi?
-Küresel sermaye demez, çünkü onun derdi ülkenin geleceği, halkın sıkıntıları gibi konular değil; sadece elde tutacağı iç pazardır; hükümet kendisine çalışıyorsa gerisiyle ilgilenmez.
Yerli sermaye hiç diyemez…Malum, ne de olsa küresel sermayenin gelini olmuştur bir kere..
Muhalefet; “Üretim geriliyor, tarım ve hayvancılık çöktü, memleket harp yeri, eğitim felç, yolsuzluk diz boyu, seçimler şaibeli” dese; bu ülkenin dili olabilecek medyası bunları yeterince yayınlar mı?
-Yayınlamaz, çünkü ticari medya göbeğinden sermayeye bağlıdır. İlan alamazsa batacağı için her şeyin yolunda gittiğini söyler.
Böylece insanlar kendi kazanımlarının geri alındığını, geleceklerinin karartıldığını öğrenip tartışmak yerine “her şeye rağmen bize biat edilsin” diyen iktidarın ağır baskı ve propagandası altında umut diye “bir o tarafa bir bu tarafa” koşturur durur.
-Ya siyaset?
Siyaseti nasıl kabul ettiğinize bağlıdır.
Siyaset bir partiyi iktidara getirmek ise “dünya koşulları”na gösterdiğiniz uyumunuz ölçüsünde ama sadece bu çerçevede iktidar da olabilirsiniz.
Yok siyaset sizin için bir dünya görüşü, küresel sermaye ve küresel güçlere rağmen önce kendi toplumunuzun çıkarıysa, geleceğiniz ise o farklı bir “tavır”dır.
Onun tavrın nasıl olması gerektiğini bir yüz yıl kadar önce keşfetmiş, uygulamış ve o şimdiki küresellere bile parmak ısırtmıştık;
Bilir misiniz; stratejik ortak da dediğimiz birileri bunu bu gün bile hala içlerine sindiremediklerinden Türkiye'nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve sınırlarını belirleyen Lozan Anlaşmasını imzalamamışlardır.
İşte o Lozan tavrı bir gün yine gösterilecekse siyaset de yine aynı koşullar altında olacaktır; Zor ama o kadar da onurlu …