Bir soruyla başlayalım: “Temiz” kalarak, hiç “kirlenmeyerek” siyaset yapılabilir mi?
Temiz kalmamak, kirlenmek derken yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmayı kastetmiyorum elbette; kirlenmekle kastettiğim, gerektirdiği durumlarda pragmatik davranabilmek, örneğin geçici ittifaklar yapabilmek, ortaklıklar geliştirmek ya da karşı taraftaki ihtilaflara, ayrılıklara, çatlaklara oynamak.
Bir siyasi özne, idealist bir tutum alarak etik olmadığını düşündüğü bu tür taktik oyunlar içerisine girmeyi tercih etmeyebilir.
Temiz kalmak bir tercihtir ve elbette ki saygı duyulacak bir tercihtir.
Ancak iktidar perspektifi olan siyasi özneler, kimi zaman ister istemez “kirlenmek” zorundadırlar; yani geçici ittifaklar kurmayı, karşı taraftaki ittifakları bozmayı, uzun vadeli çıkarlar adına kısa vadede kimi çıkarlardan taviz vermeyi iktidar yürüyüşünün bir parçası olarak görmeye mecburdurlar.
30 Mart seçimleri bunun bir örneği olarak görülebilir. CHP, iktidar partisinin oylarının ciddi bir oranda düşmesinin hem cumhurbaşkanlığı seçimlerini hem de 2015’teki genel seçimleri doğrudan etkileyeceği düşüncesinden hareketle, seçime “en çok oyu alabilecek” adaylarla gitmiştir.
Üstelik bunu yaparken iktidar partisinin eski ortağı olan Gülen cemaatiyle kısmi bir ittifak dahi geliştirmiş, böylece iki siyasi özne, ortak siyasi hasıma karşı bir tür müttefiklik ilişkisi içerisine girmişlerdir.
Aynı süreç şimdi cumhurbaşkanlığı meselesinde de yaşanmaktadır. CHP ve MHP, AKP’ye karşı, Cemaatin de destekleyeceğini bildiğimiz bir “ortak aday” üzerinde anlaşmış durumdadırlar.
Bunun da ötesinde, gösterilen aday iktidar partisinin ideolojisine mensuptur; yani iktidarın diliyle konuşan, kolay kolay düşmanlaştırılamayacak, “beyaz Türk”, “elit” vs. diyerek mücadele edilemeyecek bir isimdir. Yani “güçlü” bir rakiptir.
Dediğim gibi, ittifaklar geliştirmek, karşı tarafın birliğini bozmak, birtakım taktik hamlelere girişmek siyasetin doğasında vardır ve bir zorunluluktur.
Ama…
Meselenin özü bu “ama”da gizlidir. Çünkü “ama”dan sonra mutlaka şöyle demek gerekmektedir: “Eğer ilke ve programlarınızı hayata geçireceğiniz bir siyasi hedefiniz varsa.”
Daha da somutlaştırarak söyleyelim.
Bugünün Türkiye’sinde AKP eliyle İslami bir parti-devleti kurulmaktadır. Cumhurbaşkanlığını Erdoğan’ın kazanması durumunda ortaya bir “fiili başkanlık sistemi” çıkacak, Erdoğan’ın “tek adam”lığı tescillenecek İslami parti-devletinin kurulmasında bir aşama daha geride kalacaktır.
İşte siyasi hedef bu gidişi durdurmak, İslami parti-devletinin önüne geçmekse, ittifaklar da, pragmatizm de zorunlu olarak gündeme gelecektir; ancak meseleyi sadece Erdoğan’a indirgeyip kurulan rejimin ideolojik karakterini görmemek bütün bu çabayı anlamsız kılmaktadır.
Ortaya çıkan manzara ise, “despot” bir İslami politik figüre karşı “ılımlı” bir İslami figürün sahneye sürülmesidir.
Yani despotik bir İslami rejime karşı ılımlı bir İslami rejimin dayatılmasıdır.
Dolayısıyla, ortada rejimin ideolojik karakterini hiç sorgulamayan, onu yıkmayı düşünmeyen, bilakis ona razı, hedefi adeta o rejimin kaybettiği meşruluğu ona yeni bir isim üzerinden yeniden kazandırmak olan, kendi programını iktidara taşımayı amaçlamayan bir anlayış vardır.
Yani Cumhurbaşkanlığı seçimi, adeta AKP rejimine, Erdoğan’ı tasfiye ederek, hayat öpücüğü vermek için kullanılmaktadır.
İktidarı hayata döndürme çabasına dünyanın hiçbir yerinde muhalefet denmeyeceği ve bu yolla iktidar olunmayacağı ise basit bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
yurtgazetesi