Soma'da aslında ne oldu?

~ 29.05.2014, Fatih YAŞLI ~

Türkiye ekonomisi kronik hale gelen krizlerinden en büyük ikisini 2000 ve 2001 yıllarında ardı ardına yaşadı.

Yaşı yetenler bir esnafın başbakanlık binası önünde Ecevit’e “başbakanım al ben bir esnafım” diyerek yere yazarkasa fırlattığı eylemi hatırlayacaklardır.

Bu krizlerle birlikte, DSP-MHP-ANAP koalisyonu her zamanki yönteme başvurarak çözümü IMF ve Dünya Bankası politikalarını derinleştirmekte, yani “yapısal uyum programları”nı yürürlüğe sokmakta buldu.

“Yapısal uyum programı”yla kastedilen şuydu: Türkiye ekonomisi uluslararası sistemin istekleri ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülecek, bunun karşılığında da Türkiye’ye kredi muslukları açılacaktı.

Yani Türkiye, elindeki kamu varlıklarını satacak, tarımsal üretimini azaltacak, çalışma yaşamında güvencesiz, taşeron çalışmayı benimseyecekti.

Ancak bu sefer bir fark vardı; bizzat Dünya Bankası’ndan bir bürokrat, Kemal Derviş, ABD’den bir “sömürge valisi” gibi gelerek, vaat edilen “reform”ları bizzat kendisi hayata geçirecek, böylelikle “yapısal dönüşüm” garanti altına alınmış olacaktı.

Ekonomik kriz ve sonrasındaki IMF politikaları DSP-MHP-ANAP koalisyonunun sonu oldu ama 3 Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, bu politikaları derinleştirip yoğunlaştırarak devam ettirdi.

IMF ve Dünya Bankası’nın taleplerinden biri, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devletin tarımsal üretimden desteğini çekmesiydi.

Çünkü Türkiye gibi ülkelerin tarımsal üretimlerini bu boyutta devam ettirmeleri, tekel konumundaki uluslararası tarım şirketlerinin aleyhineydi.

“Tarımın bitirilmesi” tütün üretimine kaçınılmaz bir şekilde yansıdı ve hem Ege hem de Karadeniz bölgesinde yüz binlerce insanı işsiz bıraktı, ailelerle birlikte milyonlarca insan bu durumdan etkilendi.

Aynı dönemde madenlerin işletme hakkı özel sektöre devrediliyor, kömür sektörü faaliyetlerini yeniden arttırıyordu; çünkü AKP, çıkarılan kömürleri yoksul ailelere seçim yatırımı olarak dağıtıyor, kömür kullanımını yaygınlaştırıyordu.

Hal böyle olunca, işsizlik insanları maden sektöründe çalışmaya mecbur etti.

Söz konusu sektör zaten can güvenliği açısından son derece riskli bir karaktere sahipken, bunun üzerine bir de taşeron ve güvencesiz çalışma getirildi.

Kârını alabildiğine çoğaltmak ve maliyetleri düşürmek güdüsüyle hareket eden sermaye için bu, bulunmaz bir fırsattı.

İşçiler madene, düşük ücretlerle, taşeron çalışma sistemiyle, güvencesiz bir şekilde, gerekli tedbirler alınmaksızın yollandılar.

Dahası, devletin bir süre önce aldığı kararla şirketlere “ne kadar kömür çıkarırsanız çıkarın, hepsini satın alacağız” şeklinde bir taahhüt verilmişti.

İşte tam da bu nedenle taşeron ve güvencesiz çalışmaya bir de “üretim çılgınlığı” eklendi.

İşçiler “nasıl olsa devlet hepsini alacak” denilerek daha çok kömür çıkarma köleliğine mahkûm edildiler.

Dolayısıyla, 301 işçi bir “iş kazası”nda ölmedi; sermaye-devlet işbirliğiyle katledildi, adeta toplu bir kıyım gerçekleştirildi.

Bu kıyımın ardından, şimdi Soma işçisi, hem kendisinin değil patronun temsilcisi olan sendikaya karşı direniyor hem de madenin kamulaştırılmasını ve taşeron çalışmaya son verilmesini istiyor.

Yıllarca “özelleştirme iyidir” masallarıyla uyutulan Türkiye’de, bedeli 301 can olsa da, işçi sınıfı sesini yükselterek “kamulaştırma” talep ediyor.

Özelleştirmeye karşı kamulaştırma, taşeronlaştırmaya karşı güvenceli çalışma…

Bugünün Türkiye’sinde savunulması gereken iki temel siyasal talep budur. Bu aynı zamanda yüzünü işçi sınıfına dönmek ve bir “çıkış” demektir. Buradayız.

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 1579