“Arasta”yı bilir misiniz?
Biraz eskilerde kalmıştır ama, hatırlayalım:
Genellikle aynı şeyleri satan sıra dükkanlardan oluşan geleneksel çarşılara verilen addır.
Çorum’un ayakkabıcılar arastası,
Ünye’nin bakırcılar arastası,
Safranbolu’nun yemeniciler arastası,
Milas’ın demirciler arastası falan gibi…
Peki, ya şu bizim siyasetin de bir arastası olur mu dersiniz?
Yani aynı çarşıda, aynı malı satan ama ayrı ayrı dükkanları; her dükkanında kendine çalışanı ayrı esnafı olan bir “siyaset arastası”...
Olur olur, neden olmasın?
Siyaset; vatanı kurtarmak, topluma hizmet etmek için yapılır dense de “Bak o işi en iyi biz yaparız, bunu yapmak bizim hakkımızdır” diyen ve bu “aşkla” birbirleriyle kıyasıya mücadele eden; birilerinin o millet aşkından (!) dolayı varını yoğunu ortaya saçtığı, olmadık işlere kalktığı, girilmeyecek yollara girdiği bir sürü siyasi oluşum vardır.
Beğen beğen al...
En sağcı, az sağcı, ümmetçi, paracı, etliye sütlüye karışmayan, ne kokan ne bulaşan, hem boş hem liboş, sağın solunda, solun sağında, solun ortasında, solun solunda, komünist, tabelacı, ırkçı, sahibine tapulu, adı var kendi yok, hala durup oturmamış “hareket”li… falan gibi.
Seç beğen al...
Daha doğrusu seç beğen, içine sinerse emanet et bunlardan birine kutsal bildiğin “oy”unu.
İyi de, kime ve nasıl?
O arasta esnafı kendi arasında öyle bir kavgaya tutuşmuş ki, onların kavgasına bakmaktan insan kimin ne sattığını, kimin malının iyi olduğunu, alışverişe çıkınca kimin malını beğenip seçeceğini şaşırıyor da bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyor ortalık yerlerde... hatta bazen "uygun" bir şeyler bulamayıp boş fileyle geri dönüyor.
Dükkan var, en sota köşeyi tutmuş. Öbür dükkanlara kızanı, zaten bizim yolumuzun üzerinde diyenler iyi kötü onun tezgahında ne varsa alıp gidiyor. Kimin müşteri olacağı, malın iyisi kötüsü satanın da pek umurunda değil hani.
Nasıl olsa babadan kalma dükkanı bir şekilde dönüyor.
Dükkan var; tezgahı kuvvetli, sana çürüğünü çarığını mostralık diye yutturur da eve gitmeden farkedemiyorsun ne aldığını.
Dükkan var; raflarda mal gani ama içeride kavga var. Tezgahtarlar birbirine girmiş, müşteriye satacağı malı birbirlerinin kafasına atmakta.
Dükkan var, patronu “sulu sulu elma” derken tezgahtarı aynı şeyi söylüyoruz sanıp “sulu sulu alma” diyor.
Dükkan var; devren satılık; yeni sahibini bekliyor.
Dükkan var; çatısı çökmüş, mirasçıları birbirine düşmüş, ha yıkıldı ha yıkılacak. Öylesine ayakta…
Hele bir de işportacısı var ki arastanın, üstelik toptancıdan torpilli. Dükkana da kira mı verilir deyip onun bunun dükkanının önüne tezgah açıp ayaküstü satıyor o gün piyasada ne giderse. Dükkan ne ki, sen pazarlamaya bak diyor.
Peki, hani şöyle insanın keyifli bir siyasi alışveriş yapabileceği, tezgahındaki malının altına da üstüne de güvenebileceğimiz biri olsa da,,, şöyle içimize sine sine alsak, ihtiyaç görsek diyorsun ya; ne mümkün!
Arasta’nın o eski geleneği bitmiş, zabıta işine geleni kayırıyor gelmeyeni ayırıyor…
Ne dersiniz?
Ne olacak bu siyaset arastasının, daha doğrusu bu arasta müşterisinin hali?
*
Derler ki; ne piyasa ne siyaset boşluk kaldırmaz.
Doldurdun doldurdun, dolduramadın elin oğlu gelir dolduruverir.
Türkiye’nin bu günkü siyasetinin genel görünümü de galiba aynen bu arasta örneğinde olduğu gibi...
Hele de ana muhalefet partisi.
Adeta kendi başına bir arasta.
Dükkan dükkan içinde.
Esnafı esnafına karşı.
İyi de, ne yaparsan yap kapıdan içeri yeni bir müşteri girmiyor ki...
Nokta.
*
Şimdi kaldıralım kafamızı “arasta”dan da, bakalım şu büyük büyük patronlu dünya pazarının hallerine.
Üretimden gelen gücünü uzak doğuya kaptıran kapitalist batı, adına “krizdir” geçer falan diyerek başına gelenleri ve daha da gelecekleri saklamaya çalışsa da, alttan alta, pazarlarını bir süre daha elde tutabilmek için ar damarını çatlatmış, siyasi-ekonomik her türlü saldırganlığı ele almış vaziyette.
"Global siyasettir" diyor ekonomiden vuruyor.
"Ekonomiden" vuruyor, siyasetten sayıp durumunu sağlamlaştırmaya, hukukileştirmeye gayret ediyor.
Nerelerde?
Tabii ki bizim gibi nüfusu genç, tüketimi yüksek, coğrafyası önemli, çarşısı dağınık ülkelerde.
Kiminle?
Bizim arastanın kavga etmekten başını kaldıramayan, aynı çarşının hatta aynı dükkânın içinde olmalarına karşın hala kendi kişisel çıkar kavgalarından başka bir şeyi düşünmeyen, yapamayan esnafla, onların bilerek yüzsüzce ya da bilmeyerek saflıkla verdiği destekle.
*
“Dış politikada dostluk yok, karşılıklı çıkarlar vardır” derler...
O zaman, bayram değil seyran değilken siyasette “dışarılardan” birileri bizi niye gelip gidip öper de
merak etmeyin biz “arkanızdayız” derler?
Bu küresel denklemde, acaba onları arkalarında hissedenler, kendilerinin nasıl birileri tarafından onların önlerine katıldığını fark etmezler de “Oh oh ne de güzel destekleniyoruz, bunlar bizi onlardan daha çok seviyor” derler.
*
Türkiye’nin geleceği, bu siyasi arasta esnafının kendi kişisel çıkarlarına ya da saflıklarına değil de, doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin, sonuçta da topluca bu ülke halkının çıkarlarına ve aklı selimine göre şekillenmek zorundaysa,
bu durumda özellikle iktidar adayı ana muhalefet partisinin kendi içerisindeki çelişkilerini gidermesi, ayrı dükkâncıklara izin veren, “kim olursan ol gel”, “ne yaparsan yap”, “ağzın varsa tabii ki konuşacaksın” anlayışını sonlandırması; içerideki esnaf kavgasını “çok seslilik” sayarak “sözde güzel“ bir nedene, ama aslında “teselliye” bağlamaktan vazgeçmesi zorunluluktur.
Çünkü işletmeler, arastaların dükkanları gibi yan yana, iç içe ve birbirleriyle kavgalı rekabetler ederek işletilirken büyüyemeyeceği gibi; siyasi partiler de ancak gerçekten işleyen bir hiyerarşik düzenle, tek seslilikle, tek hedefe kilitlenmeyle büyür. Hemen büyüyemediği kısa zamanlarda bile en azından “içsel verimliliğini” artırarak daha güçlü, daha belirleyici olurlar.
Peki, bunu kim yapacak dersiniz?
Tabii ki yine o arasta esnafı ile "almayarak" onları düzene sokacak biz müşterileri.
Yoksa bu piyasacı dünya düzeninde, aynen o eski arastaların barınamayıp yok olması, yerlerini yabancı sermayeli büyük alışveriş merkezlerine bırakması gibi; siyaset arastası esnafı da, bir yerlerden yellendiklerinde yön değiştiren rüzgar güllerine dönüp, kendi memleketlerinde “kiracı” konumuna düşmezler mi?
.