Nemlenip kabarmış bir duvar sıvasına, çürüyüp koflaşmış bir ağaç gövdesine dokunduğunuzda kopan kireç ya da kabuk parçaları nasıl dökülüp çevreye saçılırsa, AKP döneminin hukuku, yargısı, adaleti giderek böyle bir görünüm almaya başladı…
Ergenekon ve Balyoz davalarının nasıl sahte kanıtlarla tasarlanıp kotarıldığının, yapılan bunca savunmadan, yazılan bunca kitaptan, kanıtlanan bunca sahtelikten sonra yadsınamaz biçimde ortaya çıkışı, görmek istemeyen gözleri bile açmış olmalıdır.
Avukatlar yaka paça gözaltına alınarak cezaevlerine tıkılıyor, ülkenin en büyük barosu yargı önüne çıkarılıyor, bedenlerle birlikte ruhları da öldürmek için tasarlanmış F tipi tecrit hücrelerinden haykırışlar yükseliyor, polis adı verilerek tek bir amaca yönlendirilmiş binlerce kişilik bir robot ordusu yakıp yıkarak yok etme görevini yerine getirmeyi sürdürüyor, ülke yönetimini kuşatan yağma ve talan sarmalından yükselen çürümüşlük kokuları nefes almayı güçleştiriyor.
Bunları yazarken Ekim Devrimi öncesinin Rusyası, Ayzenştay’nın (Eisenstein) “Ekim”, “Potemkin Zırhlısı” gibi filmleri, L. Andreyev’in dışavurumcu özellikler taşıyan “Çar Açlık” oyunu, A. Belıy’nin “Petersburg”u geçiyor zihnimden, gözlerimin önünden…
Günümüz Türkiyesi’nin siyaset ortamında, toplumsal yaşamın bütününde aynı kargaşa, yalan, zulüm, hukuk tanımazlık, tam bir yıkılış ve yeniden kuruluş öncesi durumu…
***
Dün Silivri adliyesinde, Türker Ertürk, Haluk Dural ve başka dostlarla birlikte, kardeşim, yarım yüzyıllık arkadaşım Doğu Perinçek’i, kendisine karşı açılmış “hakaret” davalarından üç tanesinde ardı ardına “savunma”sını yaparken izledik…
Bu duruşma, Silivri zindanının bir parçası olan lanetli salonda değil de, normal adliye binasının odalarından birinde yapıldığı için, arkadaşımla duruşmanın hem öncesinde hem sonrasında kucaklaşma olanağımız oldu ve bu sarılışlar beni neredeyse ağlatacak kadar duygulandırdı…
Doğu’yu her zamanki gibi ve belki (kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde ülkemize kazandırdığı hukuk zaferinin de haklı mutluluğuyla) her zamankinden de daha çok enerjik, güçlü, sağlıklı gördüm ve bu hepimizi mutlu etti.
Fakat nereye kadar…
Küçük duruşma salonunda, ayakta savunmasını yaparken onu en çok iki metre arkasındaki sıralara oturmuş izliyorduk…
Yargıç kürsüsünde ciddi yüzlü genç bir adam, tutanak yazmanı sandalyesinde türbanlı bir genç kız oturuyordu…
Türkiye’nin hiç kuşkusuz en seçkin, en donanımlı bir siyaset ve kültür adamı, bir jandarma ve iki er eşliğinde getirildiği küçük duruşma odasında, belki çocuğumuz olma yaşından bile daha genç bir yargıç önünde savunmasını yapıyordu…
Birbirini izleyen üç davanın ortak konusu, bugün ipliği pazara çıkmış birtakım sözüm ona yargı mensupları için savunmalarında ve yazılarında söylemiş olduğu sözlerdi…
Perinçek bilge bir öğretmen dinginliği ve sevecenliğiyle, bu sözlerin “hakaret” amacıyla değil, savunmalarının bir parçası olarak söylenip yazıldığını anlatırken ülkemizin sürüklenmiş olduğu yıkım ve rezalet ortamının görünümünü de gözler önüne seriyordu…
Yargıcın da Perinçek’in ve avukatlarının savunmalarını, Silivri zindanının duruşma salonunda gördüğümüzden farklı bir özen ve dikkatle özetleyip tutanağa geçirttiğine tanık olduk…
Duruşma, yeni savunma kanıtlarının hazırlanıp sunulması için, Perinçek ve avukatlarının isteği doğrultusunda ertelenerek sona erdi…
***
Türkiye’de bütün utanç davalarının sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkacağı, hukukta açılan yaraların onarılacağı, asıl suçluların yargı önüne çıkarılarak yargı kurumunun yeniden saygınlık kazanacağı günlerin yaklaştığını görüyorum, duyumsuyorum…
Ülkemiz, insanımız, Cumhuriyetin ilk kuşaklarının örneklediği yurtseverlik mirasını devralmaya yetecek birikimlere sahiptir.
Yeter ki Aydınlanma düşmanlarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, ortak akılda ve kararlılıkta birleşmeyi başarabilelim…