Balyoz davası ile ilgili olarak Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararı, tıpkı “özel yetkili” Silivri Mahkemesi’nin kararı gibi, kamuoyunun çok önemli bölümünün olduğu kadar benim de vicdanımı sızlattı.
Eğer bir yargı kararı kamuoyunun vicdanını rencide ediyor, çok ciddi soru işaretlerini yanıtsız bırakıyorsa orada adil yargıdan söz etmek mümkün değildir.
Hatta demokrasinin tüm kurumlarının ismen varmış gibi göründüğü ama aslında fiilen hiçbir anlam ifade etmediği “mış gibi demokrasileri”nde, yargı kararları tam bir zulüm aracı oluşturabilmektedirler.
Bir avukat olan ve haberleri büyük bir titizlikle izleyen Mine Sirmen önceki gün Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Balyoz kararları ile ilgili haberler verilirken, sinirli bir zappingle haber kanalından film kanalına yatay geçiş yaptı.
- Ne o, sen hiç haber atlamazdın, dediğimde ise yanıtı çok çarpıcıydı:
- İleri sürülen gerekçeler tahammülümü zorluyor, isyan ediyorum.
Hemen belirteyim, Mine Sirmen bir avukat ve tutuklu eşi olarak, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yaşamının dört yılını askeri mahkeme salonlarında ve askeri cezaevleri görüşme odalarında geçirmiş, anlatacak çok, askeri zulüm öyküsü olan bir kişidir.
Eğer cunta dönemleri mağduru bir hukukçu eş, cunta iddiasıyla yargılananların hakkındaki yargı kararlarından çok ciddi biçimde rencide oluyorsa, bunun üzerinde durup düşünmek gerek.
Mine Sirmen’in tepkisine neden olan, yargılananların kişilikleri değildi.
O haklarında mahkûmiyet kararı verilen kişilerin komutan olmalarından da rahatsız değildi.
Ama sanıyorum, bir zamanlar askeri cuntaların yargılattığı bir kocanın eşi olan o avukat, şimdi komutan eşlerinin, kendisinin geçmişte içinde bulunduğu kurban durumunda olduklarını görüyor ve bir insan olarak muazzep oluyordu.
Bir hukukçu olarak, hukukun bir intikam aracı değil, kim için olursa olsun bir hak arama sığınağı olması gerektiğini düşünüyor ve içtenlikle rahatsız oluyordu.
Nihayet bir demokrat olarak, demokrasinin güçlünün hukuku haline gelip, bir zulüm makinesine dönüşmesi halinde ezilenin sivil ya da asker olmasının önem taşımadığını düşünüp üzülüyor, vatandaş olarak da geleceği için korkuyordu.
Benim de Balyoz davasından azap çekmemin nedeni, haklarında mahkûmiyet kararı verilenlerin kimlikleri değildi. Ama kararın delillerinin oluşturulması, incelenmesi, tartışılması ve hükmün oluşturulması sırasındaki büyük hukuk gaflarıydı.
Mine Sirmen, kararı dinlerken bir ara dayanamayıp sordu:
- Kim bu hâkimler acaba? Gazetecilik bunları ortaya çıkarmak şimdi.
Bu görüşüne katılmadım.
- Hâkimlerle uğraşmak yanlış, dedim.
Gerçekten de öyleydi.
Gerçi, Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin özel olarak oluşturulduğu yönünde çok ciddi ve deneyimli hukukçulardan aldığımız duyumlar vardı.
Ama buna karşılık, dünkü köşesinde bu yargıçları savunan, eski kararlarına atıfta bulunan, hepsinin deneyimli, değerli olduklarını, yıllardır Yargıtay’da görev yaptıklarını söyleyen Taha Akyol gibi kişiler de vardı. Taha Akyol da hâkimlerle uğraşmanın yanlış olduğunu söylüyordu.
Söylüyordu söylemesine ama aynı yazıda söylediği yanlışa düşüyordu.
Çünkü esas mesele bu hâkimlerin kişilikleri değil, oraya geliş biçimleriydi.
Bu beş yargıçtan dördü, oraya 12 Eylül 2010 referandumunun ertesinde özel olarak oluşturulan HSYK’nin, 5 bin 900 aday içinden 6 gün içinde, her bir dosyaya 31 saniye ayıracak kadar yüzeysel bir inceleme neticesinde, kendi arkadaşları arasından atadıkları kişiler değiller miydi?
Bu durumda yargı bağımsızlığından, etkin ve bağımsız bir yargı denetiminin varlığından söz edebilmek mümkün mü?
Bundan sonra bu davanın gidebileceği tek ciddi yargı mercii AİHM’de ne olacak bakalım?