Suç işlendiği iddiasıyla başlayan süreçte, yargılamanın hukuk kurallarına uygun yapılmasını ve istisnaen de, suçun ağırlığı dikkate alınarak yapılan yargılama sonunda verilecek yargı kararlarının yerine getirilebilmesini ve yargılama masraflarının karşılanmasını sağlamak amacıyla, ceza muhakemesinde karar verme yetkisine sahip olan yetkililer tarafından, geçici olarak başvurulabilen, hükümden önce bazı temel hak ve hürriyetlere müdahaleyi gerektiren yasal müdahalelere koruma tedbirleri denir[1].
Bu tedbirlerden kişi hak ve hürriyetlerine en ağır müdahaleyi gerektiren koruma tedbiri ise, tutuklama koruma tedbiridir.
Tutuklama, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Bu yasanın, son beş yıla yakın uygulamasında, çoğu kez uygulamadan kaynaklanan nedenlerle, eski yasa zamanındaki sorunlar aşılamamış ve hatta sorunlar daha da artmıştır.
Tutuklama, yasaya göre, hakkında kesin hüküm verilmemiş, ancak kuvvetli suç şüphesi bulunan kişinin hâkim kararı ile özgürlüğünün geçici olarak sınırlandırılmasıdır.Tutuklamanın amacı ise, ceza muhakemesi işlemlerinin yürütülmesi şartlarının oluşmasını sağlamaktır.Bu amaçların başında da şüpheli veya sanığın delilleri karartması ve/veya kaçma tehlikesini önlemek gelmektedir. Ancak öğretide kabul edilen bir başka görüşe göre, muhtemel mahkûmiyet hükmünün infazının sağlanması da tutuklamanın amacı olarak kabul edilmiştir. Uygulamada asıl sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Eğer bu anlayış kabul görecek ise, o zaman İHAS 5/3.maddesinde düzenlenen makul bir süre içerisinde herkesin serbest bırakılması hakkı ile çatışma durumu söz konusu olacaktır. Kaldı ki, AİHM’nin Mansur/Türkiye kararında belirttiği gibi, herkesin makul bir süre içerisinde salıverilme hakkı vardır ve hatta sanığa verilecek cezanın ağırlığının da bir önemi yoktur. Bunun yanında tutuklama bir koruma tedbiri olup, geçici bir tedbirdir. Geçici olan bir tedbir infazın sonuna kadar devam edecek olursa o zaman bu durum mahkûmiyet hükmü ile aynı anlama gelecektir. Ancak uygulamada istisnai bir durum olarak, adam öldürme gibi suçlarda tutuklama önce kararın kesinleşmesine, daha sonra da aralıksız infazın sonuna kadar sürmektedir. Özellikle CMK m.102/2 ve 252/2.maddeleri ile bu sürenin on yıla çıkarılması ve bununla da yetinilmeyip, 5320 sayılı Yürürlük Kanunu’nun 26.2.2008 tarih ve 5739 sayılı Kanun’un 6.maddesi ile değişik 12.maddesi ile örgütlü suçlara bakan özel görevli ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçlar bakımından 31.12.2010 tarihine kadar eski CMUK 110.maddesinin uygulanacağının belirtilmesi,bu son anlayışın bir tezahürüdür. Oysa tutukluluk süresinin, hükmedilmesi beklenen ceza kadar sürdürülmesi suçsuzluk karinesinin ihlali olarak kabul edilmektedir. Mesela, Wernhoff davasında AİHM, bu görüşü kabul etmiştir[2].
CEZA MUHAKEMESİNDE TUTUKLAMAYA İLİŞKİN HÜKÜMLER
Tutuklama nedenleri
Yeni düzenleme,önceki kanunun düzenlemesinden daha güvencelidir[3].Önceki kanunumuz “vakıaların ya da hal ve davranışların varlığı”nı tutuklama için yeterli görürken, yeni kanunumuz kuvvetli şüphe nedenleri, somut olgular aramaktadır. Ancak bu farklılık uygulamaya yansımamıştır. AKBK’nın R(80)11 nolu tavsiye kararında tutuklama için “kesin zorunluluk” aranması gerektiği belirtilmiştir[4]. Aslolan tutuksuz yargılamadır. 7 Eylül 1990 tarihli Birleşmiş Milletler Savcıların Rolüne Dair Yönerge uyarınca, savcılar, ulusal hukuka uygun olarak ve sanıkların ve mağdurların haklarına bütünüyle saygı gösterecekleri, devletlerin tutuklamanın aşırı kullanılmasından ve ayrıca hapisliğin olumsuz sonuçlarından kaçınmak için değişik usulleri kabul etme imkânını araştırırlar[5].
2001 tasarısında şu tutuklama nedenleri sayılmıştır[6]:
2001 Tasarısında tutuklama nedenleri olarak, suçun ağırlığı, işlendiği hal ve koşullar veya meydana gelen zararın önemi dolayısıyla fiilin kamu düzeni üzerinde neden olduğu istisnai ve ısrarlı düzensizliğe son verilmesi, şüpheli veya sanığın, kendilerine karşı gelişebilecek hukuka aykırı tepkilerden korunması, suça son verilmesi, suçun yinelenmesine engel olunması gibi nedenler sayılmıştır.
Bunların bir kısmına yeni kanunda yer verilmemiştir. Bunlara yer verilmemesinin nedeni, gerekçede tutuklamanın kötü uygulanmasına son vermek ve evrensel normlara ve İHAM içtihatlarına uygun koşullar belirlemektir. Bu amaçla hareket eden kanun koyucunun iradesinin aksine uygulamada bu nedenlere yer verilmesi açıkça hukuka aykırıdır.
Yukarıda görüldüğü gibi tutuklama nedenleri CMK 100. maddede düzenlenmiş olup bu nedenler hâkimden hâkime farklı değerlendirilerek tutuklama konusunda bu güne kadar ortak bir uygulama gerçekleştirilememiştir.Esasında maddenin 1. fıkrasında belirtilen ölçülülük ilkesi maalesef uygulamada görmezlikten gelinmiştir. Bu durumun nedeni ise, eski yasadaki asgari yedi yıl gerektiren suçlar yerine CMK 100. maddenin 3. fıkrasına konulan katolog suçlardır. Zira eskiden olduğu gibi bugün de bu suçlarda tutuklamanın kaçma ve delilleri karartma amacı dikkate alınmadan uygulanması sözkonusu olmaktadır. Tutuklama kararı veren hâkimler genellikle 100. maddenin 3. fıkrasındaki suç kataloguna göre hareket etmektedir.Cumhuriyet Savcılığı tarafından tutuklamaya sevk edilen şüpheli kişinin işlediği iddia edilen fiil suç katalogunda gösterilmiş ise, bu geçerli bir tutuklama nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu durum ise, uygulamada bir takım haksızlıklara ve insan hakları ihlallerine neden olmaktadır.
Tutuklamanın ihtiyariliği göz önünde bulundurulmamakta, özellikle katalog suçlarda tutuklamanın mecburi olduğu gibi bir anlayış hâkim bulunmaktadır.Hâlbuki hukukumuzda tutuklamanın mecburiliğini öngören hükümler yarım asırdan daha fazla bir zamandır kaldırılmış bulunmaktadır.Son soruşturma açılması durumunda tutuklamayı mecburi gören hükmün kaldırılışı 1951 yılında olmuştur[7].Kaldı ki, tutuklamanın mecburiliğinin kabul edildiği dönemlerde dahi, tutuklamanın şartlarının gerçekleşmesi kaydıyla bu mecburilik uygulanmıştır. Şartların gerçekleşmediği hallerde, tutuklama yapılmamıştır[8].
Uygulamada, yasada olmayan bir saikin de tutuklama kararlarında etkili olduğu gözlenmektedir: Gerçekten Türkiye’de tutuklama, kanundaki şartların dışında, “halkın adalet hislerini yansıtması” amacıyla yapıldığı izlenimi veren örnekler içermektedir. Sanığın serbest bırakılmasını halkın anlamaması ve tutuklanmasını istemesi, toplum olarak, sanığın cezalandırılması amacını güden eski devirlerin etkisinden kurtulamadığımızı göstermektedir. “Tutuklamayı, ceza gibi görme, mahkemelerin ceza vermede gecikmeleri ile de açıklanmaktadır”[9].
Ancak, “muhakeme hukuku gayeleri ile yapılmayan bu hürriyet kaldırmalarını, muhakeme hukuku müessesesi olan tutuklamadan ayırmak ve ayrıca düzenlemek gerekir “ [10]. diyen görüşler bulunsa da, bu AİHS ve uygulamasıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla bu amaçlarla yapılan tutuklama yasaya konsa bile, suçsuzluk karinesi ile bağdaşmayacağı açıktır.
“Bütün koruma tedbirleri gibi, tutuklama da, maddi gerçeğe ulaşmanın veya hükmün infazının bir aracından ibaret ve sıkı şartlar altında geçici olarak başvurulması gereken bir tedbir olmasına rağmen, tutuklamaya amacını aşan fonksiyonlar yüklenmiş olması dolayısıyla uygulamada sorunlar yaşanmasına yol açmaktadır. Her şeyden önce, tutuklama peşin bir cezalandırma biçiminde uygulanmaktadır. Başka bir deyişle, adeta kişinin alabileceği muhtemel cezaya mahsuben bir uygulama yapılmaktadır. Keza, muhakemenin erken bir aşamasında mağdurun ve toplumun tatmini de tutuklamanın amacı gibi algılanmaktadır. Bir bakıma, ikamet sisteminin, nüfus kayıt sisteminin yetersizlikleri dolayısıyla da tutuklamaya başvurulmakta, kişi adeta hüküm verilinceye kadar bu yolla devletin eli altında tutulmaya çalışılmaktadır”[11].
Uygulamada 100. maddenin 1. fıkrasının son cümlesinde belirtilen “işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde tutuklama kararı verilemez” hükmüne aykırı kararlar verilmektedir. Örneğin, CMK 100/3-7. bendinde hırsızlık suçu (TCK 141,142) ile ilgili olarak şüphelinin içinde bulunduğu durumu, kaçma şüphesi olup olmadığını, delilleri karartma ihtimali olup olmadığını, sağlık sorununun olup olmadığını, yaşının küçük olup olmadığını ve çalınan eşyanın değerinin düşük veya yüksek olup olmadığını ve TCK 168.maddesindeki cezadan indirim sebebinin varlığının tespiti açısından eşyanın teslim edilip edilmediğini veya zararın giderilip giderilmediğini dikkate almadan, sırf isnat olunan suçun katalog suç kapsamında düzenlenmiş olmasından dolayı şüpheli hakkında tutuklama kararı verilebilmektedir.
“Tutuklama son çare olmalıdır. Her koruma tedbirinde olduğu gibi, gecikmede tehlike ile hürriyeti kısma, bir diğer söyleyişle, amaçla araç arasında orantılılık olmalıdır. Bu nedenle önce daha az hak kısıtlayan tedbirler denenmelidir”[12].
Orantılılık konusunda mülga CMUK 104/son hükmü daha isabetli bir düzenlemeydi[13]: Soruşturma konusu fiilin önemi ve uygulanabilecek ceza veya emniyet tedbiri dikkate alındığında tutuklama haksızlığa sebep olabilecekse veya tutuklama yerine bir başka yargılama önlemi ile amaca ulaşabilmek mümkün ise tutuklama kararı verilemiyordu. Yeni CMK orantılılık ilkesini çok daha açık bir şekilde ortaya koyan bu hüküm yerine “işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez” hükmünü kabul etmiştir (CMK 100/1).
Alman Ceza Muhakemesi Kanununda da aynı hüküm bulunmaktadır: “Tutuklama, işin önemi ve hükmedilecek ceza ile orantılı değilse, tutuklama kararı verilmez” (md. 112). Esasen koruma tedbirlerinin hukuki temelini oluşturan bu ön şart, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nun R(80)11 nolu kararında da 5.ilke olarak tavsiye edilmektedir[14]. Bu ilke şöyledir[15] : “Tutuklama kararı verilip verilmeyeceğini araştırırken, adli makamlar her davanın koşullarını ve özellikle duruma göre aşağıdaki hususları göz önünde tutacaklardır:
Güvenlik tedbirine başvurulabilecek hallerde tutuklamanın mümkün kılınmış olması da ölçülülük ilkesine aykırıdır. Örneğin, akıl hastanesinde yatmasına karar verilecek olan kişinin tutuklanması doğru olmayacaktır[16].
Yine katalog düzenlemesi sebebiyle, katalog suç kapsamında görünen, ancak açıkça bazı fıkraların ayrık tutulduğu durumlarda dahi tutuklama kararı verilmektedir. Örneğin, CMK 103/3-9. bendinde, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçu ile ilgili olarak TCK 220. maddesinin 2,7 ve 8. fıkraları ayrık tutulmuştur.Buna rağmen, uygulamada TCK 220. maddesi ile ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığı tarafından tutuklamaya sevk işlemi yapılırken fıkra belirtilmediği gibi hâkimlerin de ayrıca bu durumu araştırmamasından dolayı şüpheli hakkında tutuklama kararı verilmektedir.
Cumhuriyet Savcıları, şüphelinin işlemiş olduğu birkaç suç olmasına rağmen hangi suç için tutuklamaya sevk ettiğini müzekkerelerinde belirtmemeleri sonucunda da karışıklıklar çıkmaktadır. Örneğin, şüphelinin yaralama ve hırsızlık suçunu işlediğini varsayarsak; dosya önüne gelen Cumhuriyet Savcısı tutuklama konusunda herhangi bir sevk maddesi belirtmeden tutuklama istemiş ve bu kişi tutuklanmış ise hangi suçtan tutuklandığı belli olmadığı için ilerideki tahliye işlemi sırasında zorluklar yaşanmakta ve bazı durumlarda şüpheli tahliye edilememektedir.
2. fıkrada belirtilen somut olgular mutlaka tartışılmalı ve kararda gösterilmelidir. Aksi takdirde karar dayanaksız olur.
Bu ihtimallere soyut düzeyde itibar edilemez; özgürlüğünden mahrum edilen kişi açısından bu ihtimalleri somut ve fiili olarak destekleyen şartların bulunması gerekir (AİHM Kararı)[17].
Ana sorun, ağır bir tedbir olduğu için ancak zorunlu hallerde uygulanması gereken tutuklamaya çok kolay başvurulması ve aynı şekilde tutuklamanın denetiminin de gereği gibi yapılmamasıdır.
Tutuklama kararı
Tutuklama kararı Ceza Muhakemesi Kanununun 101.maddesinde düzenlenmiş olup bu madde gereğince “Soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re’sen mahkemece karar verilir. Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukuk ve fiili nedenlere yer verilir. Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda hukuki ve fiili nedenler ile gerekçeleri gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir.”
Uygulamada verilen tutuklama kararlarında bırakın gerekçeyi, yukarıda açıkladığımız gibi, şüphelinin/sanığın hangi suçtan tutuklu olduğu dahi belli değildir. Yazılan gerekçe, genellikle, “mevcut delil durumu, sanığın kaçma ihtimalinin nazara alınarak tutuklanması” şeklindedir. Oysa İnsan Hakları Mahkemesi’nin birçok kararında (Yağcı ve Sargın-Türkiye davası) ve CMK 101/1. maddesinde belirtildiği şekilde gerekçe göstermek mecburiyeti söz konusu olduğu gibi, tutuklamayı gerektirir hukuki ve fiili nedenlerin de açıkça gösterilmesi yasal bir zorunluluktur.Hatta tüm bunların yanında, adli kontrolün yetersiz kaldığını gösterecek hukuki ve fiili nedenlerin dahi gösterilmesi gerekmektedir.
Hepsinden önemlisi, bize göre, uygulamada mahkemelerin yaptığı en büyük hata, duruşmaya gelen sanığın tutuklanması ve gerekçe olarak da kaçma şüphesinin gösterilmesidir. Hâlbuki duruşmaya gelen sanık, mahkemeye ve ceza muhakemesi işlemlerinin yürütülmesine yardımcı olmaktadır. Yasada açıkça belirtildiği gibi (CMK 100/2-a) somut olarak kaçma şüphesinin varlığı gerekir. Oysa sanık kaçmamış, duruşmaya gelerek beyanı alınmıştır. Sanığın bu durumu somut olayda kaçma şüphesini ortaya koymamaktadır. Böyle bir durumda sanık müdafii de sanığı kendi eliyle teslim etmişçesine zor durumda kalmaktadır. Tutuklamaya kaçma tehlikesinden ötürü karar veriliyorsa, kaçmaya teşebbüs durumunun nereden kaynaklandığının kararda açıklanması gerekir. Bu suretle tutuklama kararına karşı itiraz etmek isteyen kişiye bunları tartışma olanağı sağlanmalıdır[18]. “Tüm unsurlar –hem kaçmak hem de kaçmamakla ilgili- dikkate alındıktan sonra genel bir risk değerlendirmesi yapılması gerekir.Elbette, neden kaçma riski bulunduğu konusuna hiçbir açıklama getirmeyen basmakalıp ifadelere dayalı bir yargı kararı hiçbir zaman AİHM tarafından kabul edilebilir bulunmayacaktır[19]. “Ayrıca, herhangi bir özgürlükten mahrumiyet tedbirinin sürdürülmesinde yegâne gerekçenin kişinin kaçması riski olması halinde, AİHS 5.madde 3.paragrafın son cümlesine göre, kişinin salıverilmesini duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlamak mümkün olduğunda, söz konusu kişinin serbest bırakılması gerektiğini vurgulamıştır”[20].
Tutuklulukta geçen süre uzadıkça, kaçma arzusu azalır. AİHM bu yönde karar vermektedir. Bu nedenle, tutukluluğun devamına karar verildiğinde daha ciddi gerekçe gösterilmesi gerekir[21].
Beklenen hapis cezasının uzun olması halinde kaçma tehlikesinin sadece muhtemel cezanın şiddeti ile ölçülmesi doğru değildir (Müller-Fransa). Dolayısıyla mahkeme sadece suçun cezasının ağır olması nedenine dayanarak tutuklama kararı veremez[22]. AİHM birçok kararında suçun niteliğinin tek başına bir tutuklama kararını haklı kılmayacağına işaret etmektedir.
AİHM ne göre, “tutuklama için sanığın kaçma tehlikesi ve suçun vahameti gibi unsurlar önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir takım yan etkenlerle bu tür endişelerin haklılığı ortaya konulmalıdır. Soyut olarak kaçma tehlikesi tutukluluk halinin sürdürülmesinin makul bir gerekçesi olamaz”[23].
Tutukluluğun devamı için, tutuklama şartlarının devam edip etmediğine bakmak gerekir. “Devam kararı, tutuklama kararından daha kuvvetli gerekçelere dayanmalıdır. Tutuklama sebeplerinin halen devam etmekte olduğu inandırıcı bir biçimde açıklanmalıdır”[24]. “Burada gösterilecek olan gerekçede, “ilk tutuklama kararından daha kuvvetli suç işleme şüphesi bulunduğunun ortaya konması gerekir. Türkiye aleyhinde verilen 5.madde ihlallerinde “gerekçesiz” tutukluluk durumunun uzatılması kararlarının rol oynadığı bilinmektedir[25]. “Tutuklamanın sürüp sürmeyeceğini tespit etmek amacıyla yapılan incelemede, yargıç önceki tutuklama kararında dayanılan tutuklama nedeni ile ve şüpheli veya sanığın suçluluğu hakkında kuvvetli şüphe sebepleri bulunduğu görüşü ile bağlı olmayıp, vereceği karar, yeni bir tutuklama kararı gibidir. Bu kararda tutuklama nedenleri değiştirilebilir veya tutuklama kararı kaldırılabilir.Verilen karar sanığa tebliğ edilecek ve sanık bu karara da itiraz edebilecektir”[26].Bu durum uygulamada yeni bir karar olarak algılanmamakta ve adeta otomatiğe bağlanmış şekilde hareket edilmektedir.Ülkemizde tutuklama konusunda ilk karar önemli görülmekte; ancak tutukluluğun devamı yönündeki sonraki kararlar,esaslı denetimden uzak kalmaktadır.
Uygulamada Savcılar bu hükme uyuyor mu?
Uygulamada C.Savcılarının bu hükme uymadıkları,şüpheliyi tutuklamaya sevk ederken somut hiçbir gerekçe göstermedikleri görülmektedir.C.Savcılarının,bu istemlerde mutlaka gerekçe göstermeleri ve adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukuki ve fiili nedenlere yer vermeleri gerekmektedir.
Tutuklulukta geçecek süre
Yukarıda açıkladığımız gibi İHAS 5/3.maddesi gereğince herkesin makul bir süre içinde serbest bırakılmasını isteme hakkı vardır.5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 102. maddesinde buna paralel olarak bir düzenleme yapılmıştır.Buna göre;Ağır Ceza Mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıl olabilir. Zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek bu süre 6 ay daha uzatılabilir.Ağır Ceza mahkemesinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır.Bu süre,zorunlu hallerde,gerekçesi gösterilerek uzatılabilir;uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.Maddenin düzenleniş şeklinde herhangi bir sorun görülmemektedir.Ancak bu maddenin uygulamasında ciddi sorunlar yaşanabilmektedir.Konuyu bir örnekle izah etmeye çalışırsak; Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanan ve yaklaşık 3 aydır tutuklu olan bir sanık düşünelim. Sanık hakkında yasada belirtilen 1 yıllık tutukluluk süresinin bitmesine 9 ay vardır. Mahkeme aynı gün esas hakkında karar vererek sanığı 2 yıl hapis cezasına mahkûm etmiştir. Mahkeme esas hakkındaki kararında, sanığın hükümle birlikte tutukluluğunun devamına hükmetmiştir. Bu durumda ;
Bu duruma düşen sanıklar suçsuz da olsalar kararı temyiz etmekten vazgeçmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi böyle bir kararı temyiz eden sanıklar daha büyük zararlara uğramaktadır. Oysa temyiz her sanık için Anayasal bir haktır. Nitekim Anayasanın 36.maddesinde Hak arama özgürlüğü düzenlenmiştir. Buna göre; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Uygulamada adli tatil veya mahkeme hâkiminin izinde olduğu dönemlerde de sanığın tutukluluk halinin kaldırılmasında büyük sorunlar yaşanmaktadır. Bu durumda mahkemenin hâkimi yerine Adli Yargı Komisyonu tarafından atanan hâkim genellikle mahkeme hâkiminin işine karışmamak adına önüne gelen dosyayı incelemeden sanığın tutukluluk halinin devamına karar vermektedir.
Ağır cezalık suçlardaki beş yıllık üst süre, İHAS 5.maddede gösterilen makul süreyi aşmaktadır[27].
Bu arada olumlu bir gelişme ise, ilk kez YCGK’nun 26.05.2009 tarih ve Es. 2009/9-73 - K.2009/129- Tebliğname 200380 sayılı kararıyla “5271 sayılı CYY’nın 102/1. maddesi uyarınca, azami tutukluluk süresinin dolduğu nazara alınarak, sanık M. G.’nin BİHAKKIN TAHLİYESİNE, başka bir suçtan tutuklu ya da hükümlü değilse derhal salıverilmesi için Ermenek C.Başsavcılığına yazı yazılmasına” karar verilmesidir.
Cumhuriyet savcısının tutuklama kararının geri alınmasını istemesi
Cumhuriyet savcısı, şüphelinin adli kontrol altına alınarak serbest bırakılmasını sulh ceza hâkiminden isteyebilir. Hakkında tutuklama kararı verilmiş şüpheli ve müdafii de aynı istemde bulunabilirler.Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı adli kontrol veya tutuklamanın artık gereksiz olduğu kanısına varacak olursa, şüpheliyi re’sen serbest bırakır. Kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiğinde şüpheli serbest kalır.
Ceza Muhakemesi Kanunu 103.maddesi ile getirilen bu hüküm bize göre yargıya pratiklik kazandıracaktır. Ancak Uygulamada C.Savcıları bu durumu bir risk olarak görmektedir.Bu nedenle öncelikle 103.maddenin1.fıkrası gereğince adli kontrol altına alma amacıyla Sulh Ceza hâkiminden istemde bulunmaktadır.
Şüpheli veya sanığın salıverilme istemleri,usulü ve salıverilenin yükümlülükleri
Şüphelinin veya sanığın salıverilmesi istemleri soruşturma ve kovuşturmanın her aşamasında yapılabilir. Soruşturma aşamasında dosya C.Savcılığında bulunduğundan dolayı C.Savcılığına verilecek bir dilekçe ile dosya tutuklama kararını veren sulh ceza hâkimine gönderilir. Sulh Ceza hâkimi daha önce verdiği kararı yeniden gözden geçirip şüpheliyi tahliye edebilir. Tahliye etmediği takdirde CMK 268/2 Maddesi gereğince dosyayı nöbetçi asliye ceza mahkemesine gönderir. CMK 271/4.Maddesi gereğince merciin itiraz üzerine verdiği kararlar kesindir. Ancak ilk defa verilen tutuklama kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir. Kovuşturma aşamasında esas mahkemesi salıverilme istemlerini karara bağlar. Tahliye istemlerinin reddine ilişkin kararları CMK 268/2 maddesi gereğince, mahkeme dosyayı incelemeye yetkili mercie gönderir. Hemen açıklamak gerekirse; Sulh Ceza hâkiminin kararlarına yapılan itirazların incelenmesi yargı çevresinde bulunan asliye ceza mahkemesi hâkimine aittir. Sulh ceza işleri asliye ceza hâkimi tarafından görülüyorsa, itirazı inceleme yetkisi ağır ceza mahkemesi başkanına aittir. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi tarafından verilen kararlara yapılacak itirazları inceleme yetkisi yargı çevresinde bulundukları ağır ceza mahkemesine ve bu mahkemeyle başkanı tarafından verilen kararlar hakkındaki itirazların incelenmesi, o yerde Ağır Ceza Mahkemesinin birden çok dairesinin bulunması halinde, numara olarak kendisini izleyen daireye, son numara için 1. daireye; o yerde ağır ceza mahkemesinin tek dairesi varsa en yakın ağır ceza mahkemesine aittir. Naip hâkim kararlarına yapılacak itirazların incelenmesi, mensup oldukları ağır ceza mahkemesi başkanına, istinabe olunan mahkeme kararlarına karşı, yukarıdaki bentlerde belirtilen esaslara göre, bulundukları yerdeki mahkeme başkanı veya mahkemeye aittir. (Henüz kurulmamış olmakla birlikte) Bölge Adliye Mahkemesi ceza dairesinin kararları ile Yargıtay Ceza Dairelerinin esas mahkeme olarak baktıkları davalarda verdikleri kararlara yapılan itirazları da üyenin kararını görevli olduğu daire başkanı, daire başkanı ile ceza dairesinin kararını numara itibarı ile izleyen ceza dairesi, son numaralı daire söz konusu ise 1. Ceza Dairesi inceler.
Yukarıda açıklandığı gibi, tutukluların veya tutukluluğunun devamına karar verilenlerin uygulamada yaptığı itirazları incelemeye yetkili merciler, esas mahkemesinin veya sulh ceza mahkemesinin kararını kolay kolay kaldırmamakta ve hatta önüne gelen dosyayı dahi incelememektedir.Genellikle tek hâkimli olan ilçelerde, sulh ceza mahkemesi sıfatıyla verilen tutuklama kararları gönderildiği en yakın ağır ceza mahkemesi tarafından da incelenmeksizin, talep reddedilerek, dosya iade edilmektedir. Dosyanın iadesi sebebiyle de, dosyanın gidişi ve dönüşünde postada vs. geçen zamanlar dikkate alındığında yargılama ve şüpheli hakkındaki davanın açılma süreci uzamaktadır.Böylece, tutuklamaya itiraz eden şüpheli, sırf itiraz hakkını kullandığı için daha fazla mağdur olmaktadır.
Tutukluluğun incelenmesi
Soruşturma evresinde şüphelinin tutukevinde bulunduğu süre içinde ve en geç otuzar günlük süreler itibarıyla tutukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceği hususunda, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından 100 üncü madde hükümleri göz önünde bulundurularak karar verilir.Tutukluluk durumunun incelenmesi,belirtilen süre içinde şüpheli tarafından da istenebilir.Hakim veya mahkeme, tutukevinde bulunan sanığın tutukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceğine her oturumda veya koşullar gerektirdiğinde oturumlar arasında ya da belirtilen süre içinde de re’sen karar verir.
Tutukluluğun incelenmesinin en çok önem kazandığı safha soruşturma safhasıdır. Bu safha, delillerin toplanması nedeniyle, bazen yıllar alabilmektedir. Yasanın bu hükmü nedeniyle kendisine suç isnat edilen şüpheli, en az 30’ar günlük süreler içerisinde kendisi talep etmese dahi, hâkim tarafından dosyadaki tutukluluk re’sen incelenmektedir. Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi, buradaki inceleme de evrak üzerinde olup, kalemdeki personelin tutukluluğun devamına şeklindeki yazısı hâkim tarafından imzalanıp dosya C. Savcılığına teslim edilmektedir.
Buradaki asıl sorun, dosyanın, hüküm verildikten sonra, sanığın tutukluluğunun devamı ile birlikte Yargıtay’a gönderilmesinde yaşanmaktadır. Dosya önüne gelen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, dosyayı belli bir süre elinde tutup, tebliğnameyi hazırlayana kadar geçen zamanda tutukluluğun devamı veya tahliye konusunda bir karar vermemekte, yasada öngörülen 30’ar günlük süreler geçse bile, dosya, ilgili ceza dairesine gidinceye kadar tutukluluk durumu incelenmemektedir. Kaldı ki, dosya daireye gitmiş olsa dahi, bir karar çıkmayıncaya kadar sanığın tutukluluğu devam etmektedir. Böyle bir durumda, sanık suçsuz da olsa, hukuka aykırı olarak özgürlüğü kısıtlanmış olacaktır. Bu olumsuz durumun asıl sebeplerinden biri de, bu hususta yasada boşluk bulunmasıdır. Çünkü Ceza Muhakemesi Kanunu 108/1. maddesi, yerel mahkemelerde devam etmekte olan soruşturma ve kovuşturmalara ilişkin olup, Yargıtay’daki durum hakkında herhangi bir düzenleme içermemektedir.Bu sebeple, dosyanın Yargıtay’da bulunduğu süreçte de sanıkların tutukluluk durumunun gözden geçirilmesine ilişkin yasal boşluğun giderilmesine ihtiyaç vardır.
Adli kontrol
Adli Kontrol Ceza Mahkemesi Kanunu 109 ve devamı maddelerinde tutuklamaya alternatif olarak düzenlenmiştir.Uygulamada,bu koruma tedbirine az da olsa başvurulmakta; ancak, adli kontrolün uygulanmasından kaynaklanan bir takım sorunlar yaşanmaktadır. Örneğin, yurt dışına çıkması mümkün olmayan kişiler hakkında yurt dışına çıkış yasağı konmasının hem şüpheli hem mahkeme hem de mağdur için hiçbir önemi yoktur.
Öte yandan, adli kontrol, uygulamada bazen de yersiz olarak verilmekte ve kişiler mağdur edilmektedir. Bu kararın uygulanması için, tutuklama sebeplerinin bulunması, fiilin üst sınırı 3 yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektirecek bir suçun olması, C. Savcısının istemde bulunması (soruşturma aşamasında) ve sulh ceza hâkiminin kararı gerekmektedir.
SONUÇ
Yukarıda açıkladığımız gibi, uygulamada, tutuklama konusunda büyük sorunlar yaşanmakta olup, bu sorunların sebepleri mevzuattan çok uygulayıcılardan kaynaklanmaktadır. Esasında, uygulayıcıların CMK ve İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun davranmaları durumunda, yaşanan bu sorunlar tamamen ortadan kakmasa da, en aza inecektir.
Uygulamadan kaynaklanan ve ülkemizin başını ağrıtacağını düşündüğümüz bir sorun örneği ise, yakalanan kişinin mahkemeye götürülmesi ile ilgili sevk tutuklaması ya da yol tutuklaması denilen 5353 sayılı kanunla değişik 94.maddenin uygulamasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, CMK’nun kabul ettiği sistemde, şüpheli veya hükümlülerin geri verilmesi[28] ile ilgili uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülük dışında, gıyabi tutuklamaya yer verilmemiş, kararı veren hakim veya mahkeme bir başka şehirde ise, kişinin önüne getirildiği en yakın yer hakimi tarafından kimliğini tespitten sonra, yerine getirilen yakalama emrinde şüpheli veya sanığa yöneltilmek üzere bazı sorular sorulup cevabı alındıktan sonra serbest bırakılması da istenmiyorsa, hakim “sevk tutuklaması kararı” verecektir[29]. Aslında “sevk tutuklaması kararı” veren hakimin, bu karara konu olan kişiyi görevlilerin tutukevine götürmeden doğrudan kararı veren hakimin veya mahkemenin bulunduğu şehre götürme emrini kararında yazması halinde sorun çözülecektir. Ancak çoğu zaman personel ve araç sıkıntısı nedeniyle bu görevin yerine getirilememesinden dolayı bu kişinin bazen uzun süre “sevk tutuklaması kararı” verilen şehirde tutulduğu söylenmektedir. Oysa AİHS m5/3 de “Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan veya tutulan herkes hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılmalıdır; kişinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir” şeklindeki düzenlemede sözü edilen “adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış bir hakim veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli”nin, yakalanan kişiyi tutuklamaya veya serbest bırakmaya yetkili ve yargıç güvencelerine sahip bir kişi olması gerekir. AİHM’nin 28 Ekim 1998 tarihli ve 24760/94 sayılı Assenov – Bulgaristan kararında bu durum açıkça belirtilmiştir[30]. Bu durumda bizde de, 5353 sayılı kanunla değişik CMK m.94’de öngörülen “sevk tutuklaması kararı” veren hakim, AİHS madde 5/par.3 anlamında “adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış bir hakim veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli” sayılamaz. Çünkü “sevk tutuklaması kararı” veren hakimin görevi, yakalanıp önüne getirilen kişinin, yakalama emrinde belirtilen kişi olup olmadığını araştırmaktan ibarettir. Şayet kimlik tespiti doğru kişinin yakalandığını gösterirse, bu emri düzenleyen hakimce sözkonusu kişiye bazı soruların sorulup serbest bırakılması açıkça istenmesi hali hariç, şüphelinin yakalanıp önüne getirildiği en yakın yer hakiminin vereceği tek karar, bu kişinin bekletilmeden yakalama emrini veren hakime derhal götürülmesine ilişkin “sevk tutuklaması kararı” olacaktır. Özellikle büyük şehirlerdeki personel ve nakil aracı sıkıntısı nedeniyle bu kişilerin, yakalama emrini veren hakime derhal götürülmemeleri halinde AİHS m.5’in ihlalinden AİHM’de dava açılmasının önüne geçmek için, kanaatimizce yakalama emrini veren hakimle “sevk tutuklaması kararı” veren hakimin hemen temasa geçerek, silahların eşitliği kuralına da uyarak “telekonferans” sistemiyle istinabe görevini yerine getirip, kişilerin sevk tutuklamasından doğabilecek mağduriyetlerinin önüne geçilmesi yerinde olacaktır. Bunun için hakim ve savcılara dağıtılan bilgisayarların, biran önce aralarında “telekonferans” sağlayacak şekilde koordine edilmesi gerekir. Bu konuda AB fonundan tüm ağır ceza mahkemesi olan yerlerde böyle bir ekipmanın yerleştirilmeye başlanması olumludur. Bunu daha da genişletmek gerekir. Zira bugün eleman ve araç sorunları nedeniyle yakalama emri çıkaran hakim tarafından dinlenip salıverilecek pek çok kimse yasaya aykırı olarak günlerce ve hatta haftalarca çıkarıldığı hakimin bulunduğu yerdeki tutukevine kabul edilip orada kalmaktadır. Bu karara karşı yapılacak itirazın ise, halen yakalananın kimliği ile ilgili hata dışında bir sonuç vermesi mümkün bulunmamaktadır. Bu nedenle bu kişileri asıl hakimine hemen sevk etmemeyi, yeni bir itiraz nedeni olarak düzenlemek gerekir[31].
Öte yandan, CMK m.143/2’ye rağmen, teftiş endişeleri ile tutuklayanın değil de, serbest bırakan hakimin sorun yaşayacağı intibaının destek bulması uygulamada düşündürücüdür.
Ayrıca CMK m.141 vd ise koruma tedbirlerine aykırılık halinde tazminattan söz edilmesine ve 143/2.maddesinde “Devlet, ödediği tazminattan dolayı, koruma tedbiriyle ilgili olarak görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanan kamu görevlilerine rücu eder” denmesine rağmen, hakim ve savcılar bakımından uygulamada bu konuda bir rucu kararının bulunmaması, belli oranda tutuklama konusunda keyfi davranışların önüne geçilmesini engelleyen bir anlayışa da ortam hazırlamaktadır.
Son olarak, CMK m. 100’de sayılan katolog suçların çıkarılması ve öncelikle adli kontrol tedbirlerinin uygulanması yükümlülüğünün getirilmesi ve bunların yeterli olmayacağının gerekçelerinin belirtilerek tutuklama zorunluluğu gerektiren nedenlerin varlığının ya da devam ettiğinin açıklanması zorunlu olmalıdır. Aksi takdirde tutuklu sayısının hükümlü sayısından fazla olmasına şaşmamak gerekir. Ayrıca böyle bir anlayış, devletin koruma tedbirlerine riayetsizlikten m.141 vd çerçevesinde sürekli tazminat ödemeye mahkum bırakılmasına ve insanların gereksiz yere tutuklu kalmalarına da neden olmaktadır.
KAYNAKÇA :
Kunter, Nurullah/Yenisey, Feridun/Nuhoğlu, Ayşe, Ceza Muhakemesi Hukuku, 16.B., İstanbul 2008.
Özbek, Veli Özer, Ceza Muhakemesi Kanunu İzmir Şerhi, Ankara 2005.
Öztürk Bahri (Editör), Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku (Ders Kirabı), s.400 vd.
Şahin, Cumhur, Ceza Muhakemesi Hukuku I, Ankara 2007.
Şentuna, Mustafa Tarık, Tutuklama ve Adli Kontrol, 2.B., Ankara 2007.
Ünver, Yener/Hakeri, Hakan, Sorularla Ceza Muhakemesi Hukuku, Ankara 2006.
[1] Editör Bahri Öztürk, Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku (Ders Kitabı), s.400 vd.
[2] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 867 (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 5.10.1977 tarihli kararı; nakleden Frowein-Peukert s. 291)
[3] Editör Bahri Öztürk, Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku (Ders Kitabı), s.400 vd.
[4] Editör Bahri Öztürk, Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku (Ders Kitabı), s.400 vd.
[5] ŞENTUNA, 44.
[6] ÜNVER/HAKERİ, 113.
[7] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 868
[8] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 868, dn. 21
[9] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 16. B., S. 862, DN. 2
[10] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 16.B., S. 863
[11] ŞAHİN, 220.
[12] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 870
[13] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 873, dn. 34
[14] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 873
[15] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 873, dn. 35
[16] ÖZBEK, 347
[17] Trzaska-Polonya Davası, ŞENTUNA, 52.
[18] Editör Bahri Öztürk, Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku (Ders Kitabı), s.400 vd.
[19] ŞENTUNA, 50.
[20] ŞENTUNA, 50.
[21] ŞENTUNA, 47.
[22] ŞENTUNA, 47.
[23] ŞENTUNA, 47, 48.
[24] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 885, 886
[25] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 888
[26] ŞENTUNA, 79.
[27] KUNTER/YENISEY/NUHOĞLU, 887.
[28] Suçluların iadesi olarak Türk Hukukuna girip, yerleşen deyimin, suçsuzluk karinesi dikkate alındığında, yerinde olmadığını düşündüğümüzden, en azından kavramın içeriğini anlatmak bakımından burada “şüpheli veya hükümlülerin geri verilmesi” deyimini kullanmayı tercih ediyoruz.
[29] Sevk tutuklaması kararına, öğretide yol tutuklaması kararı diyenler de vardır. Ancak TBMM’ne sevk edilen CMK 2003 Tasarısında bu maddenin gerekçesinde “sevk tutuklaması kararı” denildiğini dikkate alarak, biz bu deyimi tercih ediyoruz.
[30] “Divan, 28 Temmuz 1995 de Bay Assenov’un bir sorgu yargıcının önüne çıkarıldığını ve onun da kendisinin sorgusunu yapıp, resmen suçlayarak tutuklanmasına karar verdiğini hatırlatır (bkz. par.33). Divan, Bulgaristan hukukunda sorgu yargıçlarının tutuklama ve tutukluluk halinin uzatılmasına ilişkin özgürlüğü kısıtlayıcı kararlar almaya hukuken yetkili olmadıklarını belirlemiştir. Aksine bir sorgu yargıcı tarafından verilen her karar, savcı tarafından geçersiz kılınabilir ve hatta suçlamanın savcıyı memnun etmemesi halinde, bir dava, sorgu yargıcından geri alınabilir (bkz. par. 66–69). Bundan, sorgu yargıcının madde 5/ par.3 anlamında “adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış bir hakim- savcı ” olarak nitelendirilebilecek bağımsızlığa yeteri kadar sahip olmadığı sonucu çıkmaktadır.”
[31] Bkz. TEZCAN Durmuş, AİHM Kararları Işığında Ceza Muhakemesi Kanununda Yakalama, Zorla Getirme, Arama ve Elkoyma, TCMK’nun 3.Yılı Sempozyumu, TCHD yay, Istanbul, 2009, s. 114 vd.