Kelimelerin azabı!
Sorun şu:
“Demokrat”tan faşo çıkması zor değil…
Lakin…
“Faşo”dan demokrat çıkması çok zor oluyor.
Bazen içindeki uyuyan faşoyu kusman için bir vesile gerekiyor…
Bazen de, su uyuyor o uyumuyor, zaten kesintisiz nöbette.
***
İletişim kanallarının çoğalması, faşizan dilin her an her yere uzanması imkânını da getirdi.
Artık mini mini Goebbels’ler o kadar çok ki.
Ayrıca propagandaya ihtiyaç yok.
Diline küfrü, aşağılamayı, hakareti, şiddeti yükleyen arazide.
Kelimeler linçlere hiç bu kadar esir düşmemişti.
Hiç böyle azap çekmemişti.
***
“Vatandaş”ın kiminin kininin; hele bir de muhafazakâr ahlak veya cumhuriyetçi terbiye ile hakareti, küfrü, linci, aşağılamayı, nefreti bu kadar seviyor olması gibi bir felaket içinde, bil bakalım, teselli ne olabilir?
Herkes kendi çapında “lider” olunca belki de peşinde sürüklenecek, hayran olunacak “faşizan” liderlere ihtiyaç kalmaz.
Boyun eğilecek otorite demiyorum; gönüllü faşoluk.
Çünkü en çok kendine hayran!
Bir başkasının ateşli nutkuyla değil, kendi üç kelimelik küfrüyle kendinden geçiyor.
***
Kimileri de bunu gazeteci sıfatıyla gayet başarılı bir şekilde icra ediyor.
Gazeteci elbet melek değil; insan olarak neyse, gazeteci olarak da o.
Lakin “melek edebi” olmasa da eski tabirle “meslek adabı” diye bir şey vardı.
Yani kalemin, dilin, kelimenin ahlakı.
Sadece üç kağıtçı, yalaka, yandaş, menfaatçi, ulak, uşak manasında kelimeleri hayat tuzağında kusmak demiyorum; kelimeleri hakaretin, küfrün uzağında tutmak da.
Sert yazmak, eleştirmek, vurmak, sarsmak için, bir de aşağılık ve adi olmaya ihtiyaç duymamak.
O yüzden, geçmiş polemiklerin çoğu bu adabın azabını da vicdanlarında taşımaya çalışırdı, herhalde.
Şimdi ne adap ne azap; sadece gazap, sadece kezzap.
Bir de çeteleşme…
Böyle iletişim çağı için “network” denen de bu olsa gerek:
Şebek şebek şebekeleşme.
***
Oysa işin alfabesidir:
Devlet şiddetini sorgusuz, sualsiz kutlayarak demokrat filan olamazsın.
Geçmişin cumhuriyetçi, laik sermaye ve apoletleri de olamamıştı…
Bugünün muhafazakâr kâr ve zararları da olamaz.
Kendi şiddetinin esiri!
Şimdi emir kulu şiddetiyle kendinden geçmiş bir polis, eğer dün ve bugün de aşırı mesaiyle köle gibi çalıştırılmıyorsa, eve gittiğinde, aynada kendine baksa; çocuğuna, iki kuruşla evi çekip çevirme telaşındaki karısına yahut hep endişeli anasına bir baksa:
Ben kimim, diye sorsa.
Kudretin, servetin, sermayenin, tahakkümün sıradan bir sopası olarak mı haysiyetim yüceliyor…
Yoksa hakkını arayan, dayanışmayı bilen ve bu çabadakilere de saygı duyan biri olarak mı düştüğü, düşürüldüğü yerden ayağa kalkma ihtimali var.
Sorsa, hangi sınıftanım ben…
Rantiye, sermaye, otorite mi?,,
Çalışan, köleleştirilen, bedeni ve ruhu esaret altına alınanlardan mı!
***
Devletin, tahakkümün, otoritenin her zaman şiddete ihtiyacı var.
Şiddet kurumlarının hep tetikte kalmasına da.
Barış derken bile savaşa ihtiyacı var.
Çünkü bırakın en otoriter olanları, en despotik halleri; “serbest” piyasa, “insan” hakları, “demo-krasi” diye övünen nice düzen bile, “örgütlü şiddet”in aşırı varlığı sayesinde varlıkları, varlıklıları garantiye alıyor.
Yoksul çocuklardan hazır olda askerler…
Emir kulu çocuklardan polisler bunun için de var.
Sadece vatanın korunması, insana karşı suçların önlenmesi için değil…
Düzenin düzen olarak kalması için de!
Herkesin haddini bilmesi…
Kimsenin sınırı geçmemesi için.
O yüzden; askerliğin en büyük şiddetine maruz kalanlar, yine askerler.
O yüzden; polis de kendi şiddetinin rehinesi, esiri, kölesi!
Başkalarını susturmanın, ezmenin silsilesinde; kendi hakları için de hiç konuşamasınlar, kendi cop ve silahlarından kendileri de korksunlar, kendi gazlarında kendi ruhlarını da boğsunlar diye!
(Habertürk)
Hits: 1325