Yeni bir şey söylemiş olmadığımı biliyorum.
Çünkü artık ülkemizde adaletin mülkün temeli olduğuna inanan birilerinin kaldığını pek sanmıyorum.
Buradaki “mülk” kavramı, ülke, ülkeye ve devlete ait olan her şey demektir…
Adalet kuşkusuz bütün bunların temeli, güvencesi olmalı.
Bizde her şey gibi bu kavram da tersine döndü,
Türkiye’de adalet artık zulmün temelidir.
***
Sondan başlayalım…
Bingöl’de 19 yaşındaki lise öğrencisi Gülsüm Koç’u, gizli tanıklık denilen ahlâksız uygulamaya dayanarak ve söz konusu suçta (polis aracına silahlı saldırı) ölüm olayı yokken, ömür boyu hapse mahkûm eden yargıç acaba nasıl biridir?
Böyle bir cezayı talep etmişse, savcı acaba nasıl bir insan, nasıl bir hukukçudur?
Söz konusu hükme dayanak olmuş bir ceza yasası maddesi varsa, nasıl bir yasadır?
Ve bu çocuğa bu cezanın verildiği ülkenin insanları olarak bizler, olağan yaşamlarımızı hiçbir şey olmamışçasına sürdürmeye devam edebiliyorsak, nasıl insanlarız?
(Gülsüm Koç’un avukat ya da avukatlarından, “Sanatçılar Girişimi”nin [email protected] ileti adresine ayrıntılı bilgi iletmelerini bekliyoruz. Bu zulmü reddediyoruz. Bu hukuksuzluğun izini sürmeye, hesabını sormaya kararlıyız...)
Böyle bir ülkede adalet mülkün değil, zulmün temeli olabilir.
***
Cezaevlerinden gelen mektuplar, kısa sürede dosyalar dolusu oyluma ulaşıyor.
Aslında hepsinde tek ve aynı şeyden söz edilmekte:
Gözaltına alınma, yargılanma, tutuklanma ve mahkûmiyet kararlarındaki adaletsizliklerle cezaevlerindeki insanlık dışı koşullar ve uygulamalar…
Bütün bunları bir arada düşündüğünüzde, nasıl bir polis devletinde yaşadığınızı ve adalet kurumunun, yargılama ve infaz süreçleriyle birlikte, nasıl sistematik bir zulüm makinesine dönüşmüş olduğunu görüyorsunuz.
Aldığım son mektuplardan biri “Sincan 1 No’lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu”ndan…
Mektubu yazanlar Barış Önal ve İlhan Kaya adında iki mühendis.
Özetledikleri “suç”ları, Kürecik’te kurulan füze kalkanına karşı yürüyüşte yer almak, ölümcül hasta bir tutuklunun serbest bırakılması için AKP önünde açılan direniş çadırının örgütleyicilerinden olmak, 1 Mayıs’a katılmak vb…
Mektuplarının bir yerinde diyorlar ki: “Bizler mühendisiz ama, halkın evini başına yıkan, dere yatağına ev yapan, sit alanına HES yapıp köylülerin en temel hakkı ve gereksinimi olan suyu ellerinden alan tekellerin, TOKİ’nin mühendisleri değiliz…”
11 aydır tutuklular… İddianameleri tutukluluklarının 10. ayında açıklanmış… İlk duruşma 13 Mart’ta Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek…
Okurlarımın, özellikle de Ankara’daki yazar ve sanatçı arkadaşlarımın, 13 Mart’taki duruşmayı izlemelerini dilerim…
***
Mehmet Perinçek 12 Şubat tarihli mektubunda, kendisine yöneltilen suçlamaların hukuksuzluğunu, örneklerle anlatıp gösteriyor. Telefon dinlemelerinin “resmi” kayıtlarını, bu ülkede adaletin utanç belgeleri olarak mektubuna eklemiş. Bir ülkede güvenlik ve yargı kurumları “ispiyonculuğu”, “röntgenciliği” meslek edinmişse; hukuk, adalet şurada dursun, hangi sıradan ahlâktan söz ediyoruz?
Bir yazımda “Mehmet Perinçek neden hapiste” diye sormuştum. Soruyu tekrarlıyorum: Şu günlerde “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi” adlı uluslararası önemde bir kitabının daha yayımlandığı bu genç araştırmacı neden hapiste?
Mektubundan şu satırları birlikte okuyalım:
“Hakkımda tek bir tanık beyanı olmamakla birlikte heyet ve savcılar tarafından tanıklara hakkımda tek bir soru sorulmamıştır. Davayla ilgili tek alâkam tutukluluğumdur…”
Sadece bu son cümle bile, bütün bir Kafka dünyasının, yaşamakta olduğumuz cehennemin özeti gibidir…
Türkiye’de adalet bir zulüm makinesine dönüşmüştür.
Bunu olanca sesiyle dile getirmeyen, buna karşı çıkmayan herkes, suça ortak demektir…
2 Mart 2013 - Cumhuriyet