Geleceğin tarihçilerinin “davalar dönemi” olarak adlandıracakları bir süreçten geçiyoruz. Duruşma salonlarında bir yandan Birinci Cumhuriyet’ten geriye kalan kim ve ne varsa tasfiye ediliyor; öte yandan farklı kesimlerden muhalifler, dolduruldukları “terör” çuvalı aracılığıyla susturulmak isteniyor.
Ergenekon, KCK, Balyoz, Devrimci Karargâh… Tümü siyasi nitelikli olan bu davalarda yıllardır sayısız hukuk cinayeti işlendi: Sahte deliller, ses kayıtları, virüslü mailler, cezaya dönüştürülen tutuklama süreleri ve elbette ki en önemlisi savunma hakkının gaspı.
Bu davaların hepsinde hem sanıkların hem de sanık avukatlarının savunma hakları aleni bir şekilde gasp edildi. Savunma süresinin on-on beş dakikayla sınırlanmasından tutun da, anadilde savunma yapmak isteyenlerin bu taleplerinin reddine; sanıkların mahkemeye hakaret ettikleri gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılmalarından tutun da, avukatların gözaltına alınmasına kadar uzanan genişlikte, insan haklarına bütünüyle aykırı bir gasp durumuydu söz konusu olan.
Savunma hakkının bu şekilde gasp edilmesinin temelinde, iktidarın “terör” kavramını pervasızca kullanması bulunuyor. Tıpkı 11 Eylül sonrası Bush’un “ya bizdensiniz ya onlardan” demesi gibi, iktidar da kendisine muhalif herkese “ya bendensin ya teröristsin” diyor.
Muhalefetin “iç düşman” olarak kodlandığı böylesi bir siyasi atmosferde, muhaliflere karşı “düşman hukuku” uygulanması kaçınılmaz hale geliyor ve hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, adı konulmamış bir “olağanüstü hal” rejimi devreye giriyor. “Terörle mücadele” adı altında muhalefet etkisizleştirilmek, yok edilmek isteniyor.
Bunun son örneğini geçtiğimiz günlerde yaşadık. “DHKP-C Operasyonu” adı altında onlarca kişi gözaltına alındı ve alınanların arasında Grup Yorum üyesi müzisyenlerle Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) üyesi avukatlar da bulunuyor. Yani bir kez daha savunma hakkının gaspıyla, daha da ötesi, savunma makamına yönelik doğrudan bir saldırıyla karşı karşıyayız.
Polis, medyaya avukatların örgüt adına çalıştıkları, cezaevindeki teröristlerle dışarıdaki örgüt üyeleri arasında kuryelik yaptıkları, ajan oldukları vs. gibi iddiaların gerçekmişçesine dile getirildiği haberler sızdırıyor; medya da bunları, herhangi bir şekilde sorgulamaksızın, olduğu gibi kitlelere aktarıyor.
Oysa daha yakından baktığımızda, ÇHD üyesi avukatların, kendilerine yönelik suçlamalar bunlar olsa da, asıl suçlarının bugüne kadar hep muhaliflerin, ezilenlerin, dışlananların yanında durmak, onları savunmak olduğunu görebiliyoruz.
“Hayata Dönüş” operasyonunda öldürülen siyasi mahkûmların ya da polisçe katledilen Engin Çeber’in ve Festus Okey’in ölümlerinin peşini bırakmamak, iş cinayetlerinin sorumlularının peşine düşmek, gözaltında kaybedilenlerin aileleri adına hukuk mücadelesi vermek, parasız eğitim istedikleri için cezalandırılmak istenen öğrencileri savunmak…
Avukatları iktidarın gözünde suçlu kılan, terörist olarak damgalanmalarını getiren işte tam da bu siyasi duruşları, mesleklerini halk için icra ediyor olmaları, halkın yanında saf tutmaları.
12 Eylül’de dahi avukatlara yönelik toplu gözaltılara rastlanmazken, “ileri demokrasi”de onlarca avukatın evlerinin ve bürolarının kapıları kırılarak karga tulumba gözaltına alınabilmelerine şahitlik ediyoruz.
Savunma makamına, avukatlara bile bu yapılabiliyorsa, hangimiz kendimizi güvende hissedebiliriz ki? Bugün savunmayı savunmamız gerekiyor; aksi takdirde yarın bizi savunacak hiç kimseyi bulamayacağız çünkü.
(Yurt Gazetesi)