Yılın ilk haftasında medyada yoğunlaşan tartışmalarda, 2013’ün birçok açıdan “bir dönüm noktası” olacağına ilişkin yaygın bir beklenti görülüyordu; Spengler’i anımsayanlar da vardı.
Üç merkezli dünya
Yorumcular arasında, farklı biçimlerde tanımlansa da 2013’te yaşanacakları Avrupa - Çin - ABD merkezlerindeki gelişmelerin belirleyeceği konusunda bir mutabakat söz konusu.
Aslında bu tartışmalarda Avrupa denince, öncelikle Almanya’nın kastedildiği anlaşılıyor. Çünkü dünyanın en büyük ekonomisi olarak düşünülebilecek Avrupa’nın geleceğinin, Avrupa’nın en büyük ekonomisi, finans kaynağı olan Almanya’nın performansına bağlı olduğu düşünülüyor. Yeni yıla girerken Almanya ekonomisinin yavaşlamakta olması, mali krizi sert biçimde yaşayan Yunanistan, İspanya ve İtalya gibi ülkeler açısından bir ekonomik lokomotif, mali kaynak kaybı anlamına geliyor; toparlanma olasılıklarını azaltıyor.
Der Spiegel’in aktardığına göre Alman sanayisinin liderleri, krizin (bu kesim, mali sermayenin aksine krizin etkisinin azalmadan devam ettiğini düşünüyor) aşılması yolunda 2013 yılında önemli adımlar atılmasını bekliyor. Ama bu adımların neler olacağı konusunda gerek Almanya gerekse de Avrupa düzeyinde bir mutabakat henüz görülmüyor. Ancak dış pazarların zayıflaması, iç talebin önemini artırıyor, iç pazarı koruma refleksini güçlendiriyor.
Dünya ekonomisi içinde ağırlığı giderek artan Çin’in, yüzde 9-10 gibi büyüme hızlarından yüzde 6-7 gibi büyüme hızlarına bir mali kazaya yol açmadan yumuşak iniş yapabilmesi, ülkedeki borç köpüğü, inşaat sektörü kapasite fazlası göz önüne alındığında bu yıl büyük önem kazanıyor. Bu ülkede beklenenin ötesinde sert bir daralmanın, Güneydoğu Asya üzerinden dünya ekonomisini bir depresyona itmesinden korkuluyor.
ABD ekonomisi, bir süredir zayıf da olsa bir toparlanmadan söz ediliyorsa bile aslında çok düşük büyüme, yüksek ve direngen işsizlik oranlarına, her an yeniden bir resesyona hatta depresyona devrilme riski taşıyan, tarihçi Niall Ferguson’un New York Times’ta işaret ettiği gibi bir “kalıcı durgunluk” bataklığına saplanıp kalmış görünüyor.
ABD’de mali kurtarma paketleri, ekonominin depresyona düşmesini önledi ama yıl başında yaşanan vergilerle sosyal harcamalardaki kesintilere ilişkin “mali uçurum” tartışmasının mart ayında kapıya dayanacak çok daha sert pazarlıklara yol açması, kaçınılmaz “kamu borçlanma” tavanının yükseltilmesi gereğinin gösterdiği gibi, yapısal sorunları ertelemekten öteye gidemedi. Ne yatırımlarda, ne işsizlikte ne de toplam talepte belirgin bir iyileşme söz konusu. ABD egemen sınıflarının temsilcileri arasında krizi aşmaya yönelik politikalar üzerinde anlayış birliği bir yana, ortada tanımlanabilir bir proje yok. Genel kanı hatta inanç, “bütçe açığını kapatalım, arkası gelir” yönünde. “Açık nasıl kapatılacak” sorusuna gelince de iktidardaki Demokratlar ile muhalefetteki Cumhuriyetçilerin anlayışları arasında büyük bir uçurum var. Mart ayında borçlanma tavanının yükseltilmesi gündeme geldiğinde, bu iki parti arasında bir uzlaşma sağlanamazsa ülke borçlarını ödeyemeyerek de facto iflasa sürüklenebilir.
Bu tehlike, ABD’ye borç vererek ekonomiyi yüzdürmeye büyük katkı yapmaya devam eden uluslararası mali piyasalarda bir sarsıntı, ABD’ye ihracat yapan ülkeleri de peşinden sürükleyerek küresel resesyon yaratma olasılığı anlamına geliyor. Wall Street Journal’ın geçen hafta aktardığı gibi, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Çin gibi ülkelerin dünya ekonomisine lokomotif olmaları da söz konusu değil; zaten büyüme hızları da hızla düşüyor.
Council on Foreign Relations analistlerinden Libdsay’in de vurguladığı gibi, 2013 yılını Avrupa (Almanya) ekonomisinin yönü, ABD’deki siyasi çekişmelerin olası sonuçları, Çin’deki ekonomik yavaşlama ve liderlik değişiminin getirdiği sorunların belirleyeceği düşünülüyor.
İki farklı nedensellik dinamiği
Dünyanın en büyük bono (borç piyasaları) yatırımcısı Pimco’nun CEO’su El-Erian, bu üç merkezli dünya resmine bir başka açıdan yaklaşarak iki farklı nedensellik dinamiğine dikkat çekiyor.
El-Erian, Çin, Almanya, Mısır ve Yunanistan gibi ülkelerde ekonomik dinamiklerin siyasi gelişmeleri, ABD, Japonya ve İtalya’da siyasi kararların ekonomik gelişmeleri belirleyeceğine inanıyor; bu iki farklı nedenselliğin, giderek daha heterojen bir görüntü kazanan, birleştirici bir siyasi temadan yoksun, farklı büyüme hızlarına, mali dinamiklere sahip bir küresel duruma yol açtığını düşünüyor. Bence, El-Erian’ın saptamasını, bir kriz yönetim modeli yokluğu, küreselleşme sürecinde bir parçalanma, ülkeler arasında artan rekabet ve gerginlik ortamı olarak da yorumlamak gerekiyor.
European Council on Foreign Relations (ECFR) kurucusu ve direktörü Mark Leonard da Reuters’taki yorumunda benzer saptamalar yapıyordu. Leonard’a göre geride bıraktığımız döneme damgasını vuran “küresel entegrasyon” süreci artık dağılıyor. Avrupa’nın merkezinde, örneğin Almanya’da iç talep önem kazanıyor, bankalar çevreden merkeze, iç pazara dönüyor. Geçen çarşamba Soli Özel de köşesinde benzer bir durumun ABD sanayisinde yaşanan örneklerine değinerek çokuluslu şirketlerin yatırımlarını giderek ABD iç piyasasına yönlendirmekte olduğunu aktarıyordu.
Leonard, Avrupa’da Almanya ve Fransa seçkinleri arasındaki siyasi farkların derinleşmekte olduğunu vurgularken Asya’da da ilginç ve gelecekte sorun yaratmaya aday bir ikileme işaret ediyordu. Bu bölgede ekonomik entegrasyon, ABD’nin inisiyatifi dışında Çin merkezli olarak ilerlerken güvenlik alanında ABD merkezli, Çin’i dışlayan bir entegrasyon süreci yaşanıyor.
Diğer taraftan El-Erian’ın “iki farklı nedensellik dinamiği”, 2013 yılının ciddi siyasi istikrarsızlıklara aday olduğunu düşündürüyor. Batı “uygarlığının” ve egemenlinin kaynağı Akdeniz çevresini göz önüne aldığımızda Portekiz, İspanya, İtalya’dan Yunanistan’a, Kuzey Afrika’da Tunus ve Mısır’a, Ortadoğu’da Körfez ülkelerine kadar özellikle genç nüfus arasında işsizlik oranlarının çok yüksek olduğu görülüyor. Stratfor’un direktörü George Friedman’ın önemle vurguladığı gibi, siyasi istikrarın devamının verili yapı içinde çözüm üretilebileceğine ilişkin bir inanca dayandığını anımsarsak bu bölgelerde hükümetler, işsizlik ve yoksulluk konusunda çözüm üretebileceklerini gösteremedikleri takdirde, 2013 yılında kitleler bir sonraki seçimleri bekleyecek kadar sabırlı olamayabilecekler. The National Interest’in editörü Robert Merry de depresyon, diktatörlük, devrim gibi kavramları çağrıştıran bu manzaraya bakarak Oswald Spengler’in, ünlü “Batının Çöküşü” (1918) başlıklı yapıtını anımsatıyordu…
7 Ocak 2013 - Cumhuriyet