Osmanlı’nın ilk anayasasının yapıldığı I .Meşrutiyet’ten söz edeceksek Tanzimat Fermanı’ndan başlamamak olmaz. Tanzimat Fermanı, Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından Sultan Abdülmecid’in emriyle 3 Kasım 1839 tarihinde Gülhane Parkı’nda okunarak ilan edildi. Türkiye tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımıdır.
Tanzimat Fermanı’na “Gülhane-i Hatt-ı Şerifî”, “Tanzimât-ı Hayriye” de denir.
Fermanda yer alan konular:
1. Bütün vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması.
2. Yargıda açıklık, hiç kimse yargılanmadan idam edilmeyecek.
3. Vergide adalet.
4. Erkeklere dört yıl zorunlu askerlik.
5. Rüşvetin kaldırılması.
6. Herkesin mal ve mülküne sahip olması, miras olarak bırakabilmesi. (Bu özel mülkiyetin güvence altına alınması ve müsaderenin kaldırılması anlamına geliyor).
***
Padişah fermanı olduğu için elbette eksiksiz uygulanmadı. Ama çağdaşlaşmaya, Cumhuriyet ve demokrasiye doğru bir adımdır.
Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süre Tanzimat Dönemi (3 Kasım 1839 - 22 Kasım 1876) olarak anılır.
Tanzimat Fermanı’nı Birinci ve İkinci meşrutiyetler izlediği, süreç Laik Cumhuriyet’e ulaştığı için AKP ve ataları Tanzimat’tan nefret eder. İslâmcılık 1871-1876 yılları arasında oluşmaya başlamıştır.
Bu ülkede ne kadar budala varsa Meşrutiyet aydınını taklitçi olmakla suçlar ve alay eder. Oysa Tanzimat aydını günümüz aydınından daha çok çağının çağdaşıdır, daha çok özgürlüğüne düşkündür. Jön Türkler adı verilen bu aydınlar, “hürriyet, adalet, eşitlik” gibi düşünceleri savunuyorlar ve yapılan yenilikleri yeterli görmüyorlardı. Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Ahmet Mithat Efendi gibi şair ve yazarlar ile Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa gibi devlet adamları da bu aydınlar arasındaydı. Padişah Abdülaziz, bu aydınları baskıcı yöntemlerle susturmak istedi. Bunun üzerine Jön Türklerin çoğu yurt dışına kaçıp çalışmalarını yurt dışında sürdürdüler.
Birinci meşrutiyet
Günümüz insanının, AKP’nin keyfî yönetiminde budala yerine düşmemesi için, okumak ve öğrenmek zorunluluğu var. Bu iş dinlemekle olmaz. Okunacak! Okunacak! Okunacak! Ama konuşmacılara ve konferansçılara da büyük bir saygı ve hayranlık duyuyorum. Ben “okumacı” ve “yazmacı” olmayı seçtim. “Konuşmacılık”ım eksik.
Örneğin Bülent Tanör’ün “Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri” (YKY) okunacak. Başka çare yok! Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma”sı (YKY) okunacak. Başka çare yok!
***
Meşrutiyet’in ilanından önce II. Abdülhamid bir yandan İslamcı gericilerle işbirliği yapıyor, bir yandan Mithat Paşa’ya karşı özgürlükçü oyunu oynuyordu. 1876 Anayasası olarak bilinen 23 Aralık 1876 tarihli Kanun-u Esasi, meşrutiyeti getiriyor ama padişahın yetkilerinin hiçbirini götürmüyordu. Başbakanı, bakanları tek başına atama ve görevden alma yetkisine sahipti, yürütme yetkisini elinde bulunduruyordu. Meclis ve senatonun padişahı denetleme yetkisi yoktu. Savaş açma, barış yapma, meclisi kapatma ve seçimlere götürme yetkisi vardı. Polis soruşturmasına dayanarak, yargı kararı olmadan, insanları sürgüne gönderme yetkisine sahipti.
Şimdi “armudun sapı, üzümün çöpü” diyecek halimiz yok. Mutlak monarşi (mutlakiyet) sona ermişti. Biçimsel de olsa Osmanlı devleti artık iki meclisli meşrutî bir monarşi idi. Özgürlükler ve meşruiyet için mücadele veren bir aydın ve düşünür kadrosu vardı.
Kanun-ı Esâsî’nin kurduğu Meclis, 19 Mart 1877 günü açıldı. İçinde 10 milletten gelme mebus vardı. Bunların 69’u Müslüman, 46’sı Hıristiyan ve Yahudi idi.
Ancak, biçimsel olarak olumlu görüntülere karşın, meşrutiyeti ilan etme sözü vererek tahta çıkan Abdülhamid, Abdülhamidliğini yapmış, Mithat Paşa ve meclislerin öneri çalışmalarını engellemiş ve sonunda, 13 Şubat 1878 tarihinde meclisi dağıtmıştı. Demek oluyor ki Meclis 9 ay 24 açık kalabilmişti.
Meclis açık kalsaydı ne olurdu, ne olmazdı? Bunları konuşmanın artık faydası yok. Günümüz tarihçilerinin çoğunun umursamadığı “eğer” (si, if) ile tarih yazılmaz ilkesine ben saygı duyarım. Ama Tanzimat ve I. Meşrutiyet dönemi mürtecilerinin günümüzdeki torunları, II. Abdülhamid’in Meclis’i dağıtarak, memleketi 33 yıl bir müstebit (zorba) yöntemiyle yöneterek, devletin dağılmasını geciktirdiğini ve Cumhuriyet’e üzerinde kurulacağı bir toprak parçası bıraktığını ileri sürerler. Memleketi 33 yıl daha yönetseydi demokrasiyi getirirdi demediklerine şükretmeliyiz.
Değişen ne?
Meşrutiyetin ilanından önce, ulemâ, medrese öğrencileri ve halk arasında bilinmeyen kaynaklardan gelen etkilerle Mithat Paşa’nın gâvur yanlısı olduğu cumhur rejimi kurmak istediği, meclise hıristiyanları sokarak şeriata aykırı kanunlar çıkartacağı, kadınların çarşafının çıkartılacağı gibi bir yığın söylenti dolaşıyordu. “Bütün müminler” adına imzasıyla yazılan bir gizli bildiri, halk arasında açıkça dolaşıyor, kanun-ı esâsîyi küfürle lânetliyordu. (Niyazi Berkes, s.323)
II. Abdülhamid döneminin mürtecileri, Avrupa’daki aristokrasi rejimi karşıtı demokrasinin, Tanrı’nın varlığını inkâr eden, dehrîlik (öteki dünyayı inkâr eden, materyalist) inancından beslenen şeytanî düzen olduğunu yayıyordu.
Bunların torunları olan günümüz mürtecileri ters bir yöntem kullanıyor ve irtica ile şeriat rejimini bize demokrasi olarak kazıklamaya kalkışıyorlar.
Kuvvetler ayrılığını ezmek için, demokrasi memleketini tramvayla fethe çıkan ve II. Abdülhamid olmaya özenen R.T. Erdoğan karşımızda duruyor. Tanzimat’ın ilanından 163 yıl, I. Meşrutiyet’in ilanından 125 yıl sonra ulaştıkları menzil bu işte!
(Aydınlık)