Bir darbe neticesinde yazılmasına rağmen 1961 Anayasası Türkiye’nin en demokratik anayasasıydı. Anayasayı yazan akademisyenler, gerek tek parti, gerekse DP döneminden çıkardıkları derslerle, gücün tek bir elde yoğunlaşmasının önüne geçmeyi amaçladılar ve anayasayı buna uygun maddelerle donattılar.
TBMM’nin yanına bir de senatonun eklenmesi, Anayasa Mahkemesi’nin kurulması, TRT’ye ve üniversitelere özerklik verilmesi, seçim sistemindeki değişiklik… Hepsi, bir parti ya da bir kişinin kendini “milli irade”nin sözcüsü ilan ederek bir istibdat rejimi kurmasını engellemek adına bulunmuş “denge-fren” mekanizmalarıydı.
1960’lardan itibaren yükselen toplumsal muhalefetten rahatsız olan merkez sağ siyasetçiler de, 12 Mart ve 12 Eylül darbecileri de, 27 Mayıs Anayasası’nın Türkiye’ye bol geldiğine, böyle bir anayasayla düzenin sağlanamayacağına inanıyorlardı.
Darbeciler tam da bu nedenle 12 Mart darbesinden sonra 27 Mayıs Anayasası’nda kapsamlı değişikliklere gittiler, 12 Eylül darbesiyle ise anayasayı tamamen yürürlükten kaldırdılar. Bu açıdan bakıldığında, 12 Eylül darbesi 27 Mayıs’ın, 12 Eylül Anayasası da 27 Mayıs Anayasası’nın anti-teziydi.
12 Eylül Anayasası, yürütmeyi ve onun başındaki isim olarak cumhurbaşkanını güçlendirmeyi, ona son derece geniş yetkiler vermeyi ve parlamentoyu etkisizleştirmeyi hedefleyen faşizan ve anti-demokratik bir anayasaydı.
12 Eylül’ün gölgesinde iktidar olan Özal da zamanın ruhuna göre davranacak ve ülkeyi, çoğu kez parlamentoyu devre dışı bırakarak, kanun hükmünde kararnameler (KHK) aracılığıyla yönetecekti. Çünkü bu, yeni kanunlar yapıp onları parlamentodan geçirmeye uğraşmaktan çok daha kolay ve hızlıydı. “İcraatın içinden” çağı hızlı olmayı gerektiriyordu ve KHK’lar bunun için bulunmaz bir araçtı.
Menderes’in, Özal’ın ve 12 Eylül’ün izinden giden AKP iktidarı ise geleneği devam ettirmekle yetinmedi, onu zirve noktasına taşıdı.
12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak adına yapılan 12 Eylül 2010 referandumunun esas hedefi, yürütmeyi daha da güçlendirmek ve yargıyı iktidarın denetimi altına almaktı, bunda başarılı da olundu. Sonrasında ise Erdoğan’ı anayasal olarak tek adam yapacak başkanlık sistemi tartışmalarına geçildi, bunun adı da “Türk tipi başkanlık sistemi” olarak konuldu.
Hazırlanan tasarıya bakıldığında bu sistemi “tersinden III. Meşrutiyet” olarak nitelendirmek mümkün görünüyor.
I.Meşrutiyet’te padişahın yanına bir meclis gelmiş, II. Meşrutiyet’te ise padişahın kapattığı meclisin yeniden açılması sağlanmıştı, üstelik padişahın meclisi feshetme yetkisi de elinden alınmıştı. Hazırlanan tasarı ise devlet başkanına meclisi feshetme yetkisi veriyor, yani bu haliyle meşrutiyetin bile gerisine düşüyor, devlet başkanını padişah yetkileriyle donatıyor ve adeta III. Abdülhamit’i iktidara getiriyor.
Tayyip Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı önümüze bir engel olarak çıkıyor” sözü, ancak yukarıda özetlemeye çalıştığım tarihsel arka plan göz önüne alındığında doğru bir şekilde anlaşılabilir.
Erdoğan’ın sözleri bir gaf değildir, Erdoğan aklından ve gönlünden geçenleri söylemiştir. Başkanlık sistemi dünden bugüne Türk sağının en büyük hayallerinden biridir ve bu sistemde de tıpkı bugün olduğu gibi, kuvvetler ayrılığı kâğıt üzerinde belki bulunacaktır ama uygulamada asla söz konusu olmayacaktır.
Yeni rejim, son olarak ODTÜ’de yaşananların da gösterdiği üzere, bir diktatörlük olarak inşa edilmektedir. Günümüz Türkiye’sinde muhalif olmak ise öncelikle bu diktatörlük inşasına karşı durmak demektir.
(Yurt Gazetesi)