Hayatlarımıza bilgisayar teknolojisiyle birlikte giren sözcüklerden biri “dijital.”
Ya da ben öyle algılıyorum.
“Digital” diye yazılıyor... Karşılığı “parmağa ait”, “parmak gibi”, “bir parmakla yapılan”... vb...
Az önce Çağlayan’daki Adliye Sarayı’nda Odatv davasını izlerken aklımdan “Yaşam dijital bir oyun mu?” cümlesi geçiyordu...
Kendisini ilk kez gördüğüm Hanefi Avcı, sakin bir ses tonuyla yaptığı uzun savunmada, bu davayı oluşturan “dijital” verilerin sahteliğini bir bir sayıp döküyor.
İddia ve yargı makamında oturmakta olanların bu konuda bilgi düzeyleri nedir bilemem.
Fakat yapılmış olan sahtekârlıklar, konuya en uzak olanların bile anlayabilecekleri bir açıklıkla gözler önüne seriliyor.
Bunları ya da benzerlerini, hapishanede yazılan kitaplardan, özellikle de Soner Yalçın’ın “Samizdat”ından zaten biliyorduk...
Ama yine de emekli bir emniyetçinin, cemaatin ipliğini ilk kez pazara çıkaran kitaplardan “Haliç’teki Simonlar”ın yazarının duygusallık tonlaması taşımayan bir sesle yaptığı teknik açıklamalar hem yargı kurulunca hem izleyicilerce sessizce dinleniyor...
Dijital sahtekârlıkları irdelerken arada bir “Bu kadar ciddi çalışmayı kim yaptı?” diye soruyor emekli emniyetçi... “Bu tertibi yapanlar kim?”
Ben notlarıma “ABD”, “cemaat” sözcüklerini düşüyorum...
***
Verilen aradan sonra Soner Yalçın savunmasına başlıyor...
Ara verildiğinde kucaklaşıp iki satır konuşabildik.
Kişisel tanışıklığımız olmamıştı.
Fakat yazılarını her zaman ilgiyle okumuş, katıldığım programlarda yeri geldikçe bu yazılardan kaynak olarak yararlanmıştım.
Kendisinin benim hakkımda düşündükleri nedir bilemem, fakat onunla bir zekâ ve duygu kardeşliğimiz olduğunu hep hissettim.
Kendi türünde bir başyapıt olan “Samizdat”ta bu zekâ ve duygu adamını daha yakından tanıdığımda, hislerimde yanılmadığımı gördüm...
Onun da sakin, fakat duygu dolu bir sesle yaptığı konuşma, ancak bir bilgenin yapabileceği türdendi...
Soner Yalçın’ı dinlerken, bu davaların, bu duruşmanın, o anda içinde bulunduğumuz ortamın zihnimde uyandırdığı sorular, duygular, izlenimler, bir zekâ ve duygu kardeşinin kurduğu mükemmel cümlelerde sanki bir bir ete kemiğe bürünüyor...
Düşünceyi suç sayan bir anlayışla bir “dil” sorunumuz olduğu vurgusuyla “savunma”sına başlayan Soner Yalçın, “Teknisyen hukuk anlayışı gerçeklikle bağını koparmıştır...” diye sürdürüyor konuşmasını..
“Savunma” sözünü tırnak içine aldım... Çünkü bu konuşma bir savunma olmanın çok ötesinde, çürümüş, çökmüş, insana yabancılaşmış bir yargı sisteminin tepeden tırnağa yargılanması anlamına geliyor...
Yargılanan ve yargılanan yer değiştiriyor...
Bilim ahlakına aykırı “varsayım” ve “kurnazlık”larıyla “kendini savcı ve polis yerine koyan” TÜBİTAK ve gazetecilik ahlakıyla ilgisi bulunmayan bir medya da, yine bir bilgenin duygulu, sakin, ama tam hedefe ulaşan vurgularıyla payına düşeni alıyor...
***
Duruşmaya Soner Yalçın’ın konuşmasının ardından öğleden sonra dörde kadar ara verildi.
Ben yazımı yetiştirmek için gazeteye geldim.
Duruşma nasıl sonuçlanacak?
“Devletin karanlık izbe yerlerinde hazırlanmış sabıkalı iki Word dosyası”, iki uydurmasyon dijital veri, daha ne kadar süre kanıt değeri taşıyacak?
“Bir bilgisayarda zararlı yazılım varsa o bilgisayar delil olarak kullanılamaz” saptamasından, iddia ve yargı makamı ne ölçüde etkilenecek?
Yaşam dijital bir oyun değilse, bütün insani değerler birer hakikatse, etkilenmeleri gerekir...
Etkilenmiyorlarsa (bunu sadece bu dava bakımından değil Ergenekon, Balyoz ve benzer bütün davalar için söylüyorum) o kürsüleri işgal edenlerin insanlıklarının hakikiliği de kuşkuludur...
Onlar, Soner Yalçın’ın konuşmasındaki kavramlarla, “ahlaki adalet”in değil, “yasalaştırılmış adaletsizliğin” temsilcileri olarak anılacaklardır...
(Cumhuriyet)