Askerî ve olağan yönetimleri birbirinden ayıran başlıca ölçüt, anayasal rejimde değişmedir. Bu nedenle, olağan anayasal yönetimle askerî yönetim, karşılaştırılabilir olmaktan uzaktır. Ne var ki, Mart 2011’de anayasal görünüm, “demokratik” ve “askeri” rejimi karşılaştırılabilir kılan birçok malzeme sunuyor. İşte sadece iki öğe:
-Askerler, silâh yoluyla ve açıkça anayasayı yürürlükten kaldırır; güncel durum ise, örtülü ve kısmen kaldırma anlamına geliyor. “Özel yetkili” mahkemeler, sıkıyönetim mahkemelerini aratmıyor değil.
-Askerler, yeni bir anayasa hazırlanıncaya kadar, “anayasa düzeni hakkında kanun” yoluyla meşruluk zemini oluşturmaya çalışır. Yeni anayasayı yapım sürecini, hatta süresini de ilan ederler: Örneğin, 1961 için bir yıl, 1982 için iki yıl. Güncel durum: Anayasa yürürlükte, ama daha çok kâğıt üstünde. Yeni Anayasa beklentisi de, sadece sözde: ne içeriği, ne yöntemi, ne de süresi belli.
-Askerî yönetimde, özgürlüklerin sınırlanması, bu yönetimin varlık nedeninden kaynaklanır. Olağan yönetimde ise, özgürlük asıl, sınırlama istisnadır. 2011’de ise, kişi güvenliği, eğreti bir hale gelmiş bulunuyor.
Öyle ki, tanık olunan uygulamalar, 1982 Anayasasında “hak ve özgürlükleri pekiştirmek” amacıyla yapılan değişikliklere sanki birer tepki; hatta, 1982 metnini aratır keyfilikte.
Birkaç örnek, yeterli fikir verebilir: hak ve özgürlük güvenceleri olarak hakkın özü, ölçülülük, demokratik toplum düzeninin gerekleri (m. 13); özgürlük ve güvenlik hakkı (m. 19), düşünce-ifade ve basın özgürlükleri (m. 25, 26, 28). Bu maddeler, 10 yıl önce gözden geçirildi ve İnsan hakları lehine pekiştirildi.
Giderek sistematik hale gelen uygulamalar, bunları kâğıt üstünde bırakıyor: gözaltı ve yakalama, bunların yerine getiriliş tarzı, anılan madde güvencelerine tamamen yabancı.
-Düşünce-ifade ve basın: şu ana kadar kamuoyuna yapılan açıklamalarda, gazetecilerin yazı ve kitapları dışında, suçun ne olduğu üzerine somut bir olay ve kanıt sunulmuyor. “Ergenekon terör örgütü yardım ve yataklık”, TCK 141, 142, 146 uygulamasından bu yana oldukça bayatlamış bir nakarat. Çağ değişiyor, kuşaklar yenileniyor; ama, zihniyet ve uygulama aynı. “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” (m.216) suçlaması ise, gayrı ciddi. Tam tersine, tanık olunan uygulama, halkı kin ve düşmanlığa tahrik anlamına geliyor; ama bunu öne sürmek bile, m.301 kapsamına sokulabilir…
-Anayasal koşullar: Anayasa m.19’da “yakalama ve tutuklama koşulları” açıkça ve ayrı ayrı sayılmış. Dalga dalga gelen bireysel veya kolektif yakalama ve tutuklamalarda, md.19 gündeme bile getirilmiyor. Yüzyılların birikimi sonucu kazanılan özgürlük ve güvenlik güvencelerine ilişkin usul kuralları ile alay ediliyor.
-İnsan haysiyeti: m.13 güvenceleri bir yana, gözaltına alınan kişilere uygulanan kolluk kuşatması yetmezmiş gibi, onların giriş-çıkış yerlerinde yüzlerce polis tarafından adeta etten duvar örülmekte. Sanki seri katiller getirilmekte ve onlar, dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı korunmak istenmekte. Böyle bir uygulama, gözaltına alınan kişiler suçlu bile olsa, insan onuruna aykırı. Öte yandan, “suçları yoksa aklanırlar; ama örgütün medya ayağına ulaşma olasılığı var” tarzı bahanelerin temelinde, yargılama işlevini, “deneme-yanılma yoluyla suçluyu bulma faaliyeti” biçiminde algılayan anlayış yatıyor…
-Tutukluluk ortam ve koşulları: İçeriden dışa yansıyan haberler üzerinde görüş öne sürülebilir. Fakat, 73 milyonun gözleri önünde anayasal kuralları açıkça ihlal eden resmi yetkililerden, kapalı mekanlarda haklara saygı göstermesi ne ölçüde beklenebilir?
Bütün bu tanık olunanlar karşısında, zaten daha önce “ileri demokrasi”(!) aşamasına geçişi başarmış olan Hükümet çevreleri, “yargı bağımsızlığı” ilkesini, vurgulu bir biçimde dillendirmeye başladı. Bir an için bu açıklamaların gerçeği yansıttığını varsayalım. Bu durumda kimse, mesela, “madem yargı bağımsızdı, yargı mensuplarına karşı neden kişisel dava açma yolunu kapattınız?” sorusunu yöneltmiyor. Veya “neden, çevre katliamına yol açan işlem ve eylemleri iptal eden yargı kararlarını uygulamıyorsunuz?” denmiyor.
Anayasacılık evrimi, şu aşamalardan geçti: anayasalı devlet, anayasal devlet ve hukuk devleti. Hatta, devlet-ötesine ve uluslararası kurallara açılma ölçüsünde “hukukun üstünlüğü” aşamasına ulaşılır. Dikkat edilirse, bu sonuncusuna değinmedim bile. Çünkü, kanıksanan uygulamalar, Türkiye’nin onaylamış olduğu uluslararası belgelere tamamen yabancı. Hukuk devletinin de çok berisinde. Ama, “anayasal devlet” demeye bile bin tanık gerek. Olsa olsa “anayasalı devlet” denebilir ki bu, Kanun-ı Esasî döneminde bile vardı.
Sonuç olarak, 12 Mart’ın 40. yılında (on yıl öncesi ile on yıl sonrası anayasa sorunları dâhil), “sivil Anayasa” dibe vurmuş bulunuyor.
Yürürlükteki Anayasa’nın “askıya alındı” ğı bir ortamda, “yeni anayasa” söylemi, kimleri kandırabilir?
(Birgün 10.03.2011)