Sermayenin emek süreçlerini örgütleme biçimiyle, savaşın örgütlenme biçimi arasında bir paralellik kurmak mümkün mü? Öyle görünüyor. Savaşın özelleşmesi, yani özel orduların ortaya çıkışı, 1980’lerin neo-liberalizm dalgasına, özelleştirme tapınmacılığının zirvede olduğu bir döneme tekabül ediyor. Tıpkı polisle birlikte özel güvenlik şirketlerinin de iç güvenliği sağlar hale gelmesi gibi, emperyalist işgallerde ulusal ordularla birlikte özel orduların da devreye sokulması yeni bir olgu olarak kaydediliyor.
Ancak savaş sadece askeri şirketlere ihale edilmiyor, özelleştirilmiyor; bunun ötesinde tıpkı emek süreçlerine taşeronlaştırmanın damgasını vurması gibi, savaşın da taşeronlaştırılması yeni bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Afganistan ve Irak işgallerinin başarısızlığının ardından, Obama döneminin savaş stratejisi olarak görebileceğimiz bu uygulamaya “vekâleten savaş” adı veriliyor ama bir “taşeron savaşı”ndan, savaşın taşeronlaştırılmasından söz etmek daha açıklayıcı görünüyor.
Taşeron savaşında, büyük emperyalist güçler doğrudan bir işgale kalkışmıyor, savaşa doğrudan girmiyorlar. Emperyalizmin bölgedeki müttefikleri ve savaş ilan edilen ülkenin içerisindeki işbirlikçi güçler savaşın yükünü omuzluyor; lojistik destek, finansmanın sağlanması ve istihbarat faaliyetleri, emperyalist merkezlerin koordinasyonunda, müttefikler ve yerli işbirlikçilerce yerine getiriliyor. Emperyalist merkezler, gerekmesi durumunda, ellerindeki muazzam savaş makinesini devreye sokup, devrilmek istenen rejimin en stratejik noktalarına yoğun hava saldırıları düzenliyor ve çalışmaz hale getirdikleri devlet aygıtının halk nezdindeki meşruiyetini ortadan kaldırıyorlar. Bu operasyonlar aynı zamanda rejim karşıtı güçlerin askeri olarak elini güçlendiriyor ve sonuca daha kolay ulaşılmasını sağlıyor.
İlk kez Libya’da gördüğümüz bu stratejinin bir benzeri şimdi Suriye’de uygulanıyor: Savaşı ABD koordine ediyor, finansmanı petrol şeyhliklerinden, lojistiği Türkiye’den sağlanıyor. İstihbaratı ABD, İsrail, Türkiye, Arabistan ve Ürdün bir arada yürütüyor, Suriye içerisinde Özgür Suriye Ordusu askeri faaliyetlerini sürdürüyor; her taşerona, üstleneceği rol büyük patron tarafından dağıtılmış durumda ve her taşeron, üzerine düşen rolü canla başla yerine getirmeye çalışıyor.
Savaşı taşeronlaştıranların ve taşeron rolünü üstlenenlerin kimlikleri, aynı zamanda günümüz küresel güç mücadelelerini de yansıtıyor. Suriye bugün emperyalizmin bütün güçleriyle saldırdığı ve düşürmek istediği bir kale olma niteliğini taşıyor. Başını ABD’nin çektiği Atlantik ittifakı bölgesel ve yerel işbirlikçileriyle birlikte BAAS rejimini devirmek istiyor. ABD-AB-Türkiye-petrol şeyhlikleri-İsrail-Barzani-Müslüman Kardeşler ve Vahhabi-Selefi güçlerden müteşekkil bir büyük gerici koalisyon Suriye’ye karşı çok geniş kapsamlı bir savaş sürdürüyor. Emperyalizmin taşeron savaşının karşısında ise Suriye ile birlikte, Çin, Rusya ve İran yer alıyor. Irak’taki merkezi yönetimi ve Lübnan Hizbullah’ını da bu cepheye dâhil etmemiz gerekiyor.
Böylesi çok aktörlü bir savaşın, sadece yürütüldüğü ulusal sınırlar içerisinde kalması söz konusu olamıyor; savaş, savaşa dâhil olan herkesi, ama en çok savaşa coğrafi olarak en yakın olanlarla taşeronluğa en hevesli olanları etkiliyor. “Sınırın öte tarafı yanıyorsa bu tarafı da yanar” kuralı devreye giriyor ve Suriye Lübnan’laşırken Türkiye Suriye’ye benzemeye başlıyor. Nietzsche “uçuruma uzunca bir süre bakarsan, uçurum da sana bakmaya başlar” der; Türkiye Suriye uçurumuna baktıkça, Suriye uçurumu da Türkiye’ye daha çok bakıyor.
Sınır, geçirgenleşir ve öte tarafıyla bu tarafı giderek birbirine benzer bir hal alırken, Suriye ve Suriye üzerinden yaşanan küresel güç mücadelesi giderek Türkiye’yi anlamanın anahtarı haline geliyor. Artık Suriye ve Türkiye’yi ayrı ayrı konuşmak mümkün görünmüyor, iç ve dış politika ayrımı silikleşiyor.
İktidarın Kürtler ve Aleviler hakkında söylediklerini ve hem Kürtlere hem Alevilere yönelik- şimdilik-küçük çaplı provokasyon girişimlerini de bu bağlamda okumak gerekiyor. Kürt ve Alevi düşmanı milliyetçi-muhafazakâr histerinin ülke içi kaynakları her daim mevcut olmuşsa da, son zamanlardaki esas belirleyenin Suriye’nin Nusayriler tarafından yönetilmesi ve yine Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt öz yönetim bölgesinin ortaya çıkması olduğunu söyleyebiliyoruz. Esad ve PYD düşmanlığının birlikte ve birbiriyle ilişkilendirilerek yükseltildiği bir konjonktürde, Türkiye’de de Alevilerin ve Kürtlerin ortak düşman kategorisine yerleştirilmesinde şaşırtıcı bir yan bulunmuyor.
Ayrıca hem Aleviler hem de Kürtler, Türkiye’de de, Suriye’deki küresel mücadelede de Atlantik ittifakının içerisinde yer almıyorlar; her ikisini de Müslüman Kardeşler tarafından yönetilen Sünni-muhafazakâr devletler kuşağı projesine eklemlemek, bu projeye ikna etmek mümkün görünmüyor. Üstelik Kürt hareketinin silahlı kanadı, Suriye ve İran’la taktiksel bir ittifak bile kurmuş durumda. İşte tam da bu nedenle Şemdinli’de sadece devletle PKK savaşmıyor; küresel güç mücadelesinin yeni bir cephesi açılıyor.
Dolayısıyla, “AKP, Suriye meselesinde daha etkin bir rol oynamak istiyorsa Türkiye Kürtleriyle barışmalı” şeklindeki liberal tez hiçbir anlam ifade etmiyor. Hem Aleviler hem de Kürt hareketi, Suriye’de de Türkiye’de de tarihsel olarak Müslüman Kardeşler’e değil BAAS’a daha yakın duruyorlar; çünkü her ikisinin de, BAAS ideolojisinin de etkilendiği Kemalizmle çok derin bağları bulunuyor.
Bu bağların kökeninde 1960’lı yıllar Türkiye’sinde solun kendini Kemalizmle ilişkilendirerek var edebilmiş olması, Kemalizmi yeniden ve soldan icat etmesi bulunuyor. Hem Aleviler hem de Kürtler, sol-Kemalizmin bağımsızlıkçılık, aydınlanmacılık, kamuculuk, laiklik gibi değerlerini 60’lardan itibaren içselleştiriyorlar ve her iki kesimde de bu izler hala görülebiliyor. Tam da bu yüzden AKP’nin hegemonya projesine bu iki kesimi dâhil etmesi, onca çabaya rağmen söz konusu olamıyor.
Buradan hareketle söyleyebiliyoruz ki, hem gerici koalisyonun öncü gücü olarak Esad rejimini devirmeye çalışıp hem de Aleviler ve Kürtlerle bir uzlaşı tesis etmeye çalışmak eşyanın doğasına aykırı bir durum teşkil ediyor. Bu aykırılığın farkında olduğu için AKP’nin giderek daha da yoğunlaşan bir şekilde Alevileri ve Kürtleri dışlamasında ve onları politik düşman kategorisine oturtmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Suriye’de düşman kimse, Türkiye’de de düşman o oluyor.
Taşeron savaşı Türkiye ile Suriye arasındaki sınırları ortadan kaldırır ve sahiden de Suriye’yi Türkiye’nin iç meselesi haline getirirken, Suriye hakkında alınan tutum aynı zamanda iç politikada alınacak tutumu da belirliyor. Bir sonraki yazıda, soldaki kimi örnekler üzerinden bu meseleyi tartışmaya devam edeceğiz.
(SolHaber)