STRUMA VE HOCALI

~ 14.04.2012, Av. Reha TAŞKESEN ~

            Yeni Yaklaşımlar giderek daha ilgi çekiyor. Okuyucu kitlesi artıyor. Bu da kuşkusuz inceleyen, araştırma yapan, birikimlerini paylaşma arzusu ile hareket eden ve sitede yazı yazarak katkıda bulunanları mutlu ediyor. Konu çok, zaman ise yeterli değil. Daha çok bilgi aktarmak isteniyor. Ancak, koşullar elvermiyor. Yine de kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğumuzu yerine getirmeye özen gösteriyoruz.

 
            Yakın zaman içerisinde tarihte yaşanmış, ders alınması gereken ve bugün içinde önemini koruyan iki olayın yıldönümünü andık. Sonra da; günlük yaşamımıza geri döndük.
 
            “Struma Faciası” ve “Hocalı Katliamı” tarihsel süreç içerisinde yaşanmış, üzerinde düşünülmesi ve de geleceğe yönelik olarak ders alınması gereken belleklerimizde iz bırakmış iki önemli olaydır.
 
            Yaşadığımız yüzyıl içerisinde önem ve öncelik verilen “insan hakları” kavramı bakımından da dikkat çeken bu iki olay aynı zamanda bir devletin, bir ülkenin ve bir toplumun sahip olması ve de savunması gereken değer yargıları bakımından da incelenmelidir.
 
            “Struma Faciası” 1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı içerisinde yaşanmıştır. Savaş içerisinde yaşanan ve insanların yaşamları üzerinde önemli sonuçlar doğuran binlerce olaydan bir tanesidir. Savaşa girmeyen Türkiye ile ilintili olması bakımından da bizleri ilgilendirmektedir.
 
            Tarih bilgilerimize göre gemi 769 yolcusu ile ve Türk Boğazları üzerinden Filistin topraklarına gitmek üzere Romanya’dan hareket etmiştir. Döneme özgü siyasi ve askeri gerekçeler ile İstanbul’da 62 gün bekletilen gemi, 23 Şubat 1942 tarihinde sessiz bir şekilde Şile açıklarına çekilmiş ve burada üzücü yazgısına terk edilmiştir. Bir gün sonra da bir denizaltı tarafından torpillenerek batmıştır[1].
 
            Geminin İstanbul limanında bağlı olduğu süre içerisinde Kızılay ve Kızılhaç teşkilatlarının yardımları, hayır kurumlarının ve kamuoyunun desteği üst düzeyde olmuştur. Ancak, siyasetin aynı derecede başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Siyasi gerekçeler ile masum ve silahsız insanların ölmelerine göz yummak dahası bu insanların kötü sonu için uygun koşulları hazırlamak, insanlık tarihinin bugün geldiği nokta bakımından kabul edilebilir değildir.
 
             “Hocalı Katliamı” ise Karabağ Savaşı sırasında yaşanmıştır. Ermenistan askeri unsurlarının 25/26 Şubat 1992 gecesi Azerbaycan toprağı olan Hocalı kasabasına girdikten sonra başlattıkları katliam sonucunda ortaya çıkan görüntü tek sözcükle korkunçtur[2]. Burada da dünya kamuoyunun gözü önünde bir insanlık suçu işlenmiştir. Siyasi gerekçeler ile sadece birkaç ülke BM kararlarını da dikkate alarak olayı bir katliam olarak değerlendirmiş ve kınamıştır[3].
 
            Bu elim olay bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin geleceği bakımından önemlidir. Örneğin Türkiye’nin Ermenistan ile arasındaki sınır kapısını açma girişimi Azerbaycan’ın tepki vermesine neden olmuştur[4]. Hocalı’da yaşanan olay insanlık adına acı ve düşündürücü, gelecek için ise kaygı vericidir.
 
            “Struma Faciası” Şubat 1942 yılında ve “Hocalı Katliamı” Şubat 1992 yılında cereyan etmiştir. Biri 70 yıl diğeri ise 20 yıl önce yaşanmış bu iki olay da devletin, toplumun ve bireylerin kendilerini sorgulamaları bakımından bir denek taşıdır.
 
            Devlet en gelişmiş örgüttür. Ancak, devlet insan için vardır. Devlete hayat veren de insandır. İnsan olmadan devletin varlığından da söz etmek mümkün değildir. Bu bakımdan devletin insana karşı, insanlığa karşı bir hareketin içerisinde olması düşünülemez[5]. Evrensel kurallar, devletin insan ve insanlık karşısında nasıl bir duruş içerisinde bulunmasının çerçevesini çizmiştir. Yaşadığımız yüzyıl bu anlamda bir sınav sürecidir. İnsan haklarına saygının derecesi, yüzyılın insanlık karnesi olacaktır.
 
            Yaşadığımız süreç içerisinde Ortadoğu’da siyasi ve askeri krizlerin yaşanması olasılığı yüksektir. Bölge iyi yönetim eksikliği, karmaşık etnik ve dini sosyal yapısı bakımından istismar edilmeye açıktır. Çatışma riskinin yeni göç hareketlerini tetiklemesi de kaçınılmazdır[6].
 
            Önümüzdeki süreçte benzer olayların yaşanmaması bakımından yukarıda kısa öykülerini aktardığımız acı insanlık olaylarından ders alınmalıdır. Kuşkusuz devlet olarak ve toplum olarak doğru istikamette hareket edebilmemiz bakımından yol gösterici esas unsur, ulusal ve uluslararası insan hakları belgelerinin işaret ettiği hükümler olmalıdır. Devam eden yaygın insan hakları ihlallerinin önlenmesi ise her zaman gündem oluşturmalıdır.
 
            Yazımıza konu olan Struma ve Hocalı gibi elim olaylarda çaresizlik içerisinde yaşamlarını yitiren insanları bir kez daha anıyoruz. Suçsuz, silahsız, habersiz bir gecede evlerinden ve yurtlarından göç etmek zorunda bırakılan insanların sorunlarına bir kez daha dikkat çekilmesini bir sorumluluk olarak algılıyoruz ve bu sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Topraksız ve evsiz kalan milyonlarca insanın acılarını paylaşıyoruz.
 
            Gelecekte benzer sorunların yaşanmaması, sorunlara etnik ya da dini zeminde değil, insan olma ölçütü esas alınarak yaklaşılması ile mümkün olabilir. Böyle bir anlayış devletin, toplumun ve bireylerin yıllar sonra da onurlu şekilde başının dik durmasına önemli katkı sağlayacaktır.
 
 
           
 
                                                                                              Av. Reha Taşkesen
                                                                                              Ankara, 12.04.2012
 


[1] RT, Savaş döneminde Almanya’nın doğu Avrupa topraklarındaki hızlı ilerleyişi nedeniyle Yahudi nüfus hızlı bir şekilde Tuna nehrini de kullanmak suretiyle Romanya’ya akın etmişti. Buradan da daha çok deniz vasıtalarını kullanmak suretiyle Filistin topraklarına ulaşmak istiyorlardı. Ancak, dönemin siyasi ve askeri koşulları, Filistin topraklarını yöneten İngiltere ve bölgedeki petrol kaynaklarına ulaşmak arzusu bulunan Almanya bakımından Arap nüfusun kendi yanlarında bulunmasını zorunlu kılıyordu. Arap nüfus üzerinde nüfuz kurma savaşımı devam ediyordu. Bu nedenle de Yahudilerin bölgeye gelmeleri o dönem için uygun görülmüyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin Romanya Büyükelçisi ile yaptıkları görüşmelerde, “geminin Romanya’ya dönmesine izin verilmesi” şeklindeki önerisi de “kişilerin Romanya’yı yasal olmayan yollardan terk ettikleri ve bu nedenle de geri kabul edilmelerinin mümkün olamayacağı” şeklindeki bir gerekçe ile uygun görülmemiştir. Geminin İstanbul’da kaldığı süre içerisinde bir kadın hamile olduğu için ve dört kişi de bir iş adamının çabası ile İngiltere vizesi almak suretiyle gemiden ayrılmıştır. Gemi battıktan sonra ise sadece bir kişi kurtulabilmiştir.
[2] Azerbaycan resmi kaynaklarına göre Hocalı’da 613 kişi öldürülmüş, 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur.
[3] Dağlık Karabağ sorunu ile ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi 1993 yılı içerisinde dört karar çıkarmıştır (822, 853, 874 ve 884 sayılı kararlar). Bu kararların tümü Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi ile ilgilidir. BM Genel Kurulu ise 2008 yılı içerisinde bir karar almıştır (39 kabul, 7 karşı, 100 çekimser). Sadece üç ülke (Azerbaycan, Meksika, Pakistan) ile İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği (51 ülke) olayın katliam olduğunu kabul ederek kınamıştır.
[4] http://www.hyd.org.tr/multecielkitabi/kitap5.
RT, Bu tepkiler İkinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan “Boralan Faciası” hakkındaki anıların da yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur. Savaş içerisinde Türkiye’ye sığınan ve Yozgat’ta ikamete tabi tutulan Azeri, Ermeni, Rus ve Gürcü sığınmacılar savaş sonunda ülkelerine iade edilmek üzere Iğdır’daki Boralan sınır karakoluna getirilirler. Sığınmacılar iade edilmemeleri konusunda ısrar ederler. Bölgedeki mülki ve askeri makamlar konuyu üst makamlara iletirler. Ancak, Ankara’dan gelen talimat kesindir. Sığınmacılar iade edilirler. Karşı tarafa geçtikten sonra da hemen orada katledilirler. Değişik kaynaklara göre 150-200 kadar sığınmacı katledilmiştir. Bu acı olay da önemli bir insan hakları ihlali olarak kayıtlara geçmiştir (Atıf Erçıkan, Alev Alatlı).
[5] RT, Yakın tarihimizde 1979 yılından sonra İran’dan 1.500.000, 1989 yılında Bulgaristan’dan 350.000 kadar, Balkan ülkelerinden 40.000 kadar ve 1991 yılında Irak’tan 450.000 kadar göçmene kapısını açık tutan Türkiye’nin önemli bir insanlık örneği verdiğine de vurgu yapmakta yarar vardır.
[6] Dr. Dilek Latif, Yakındoğu Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Göçmen Politikası (Refugee Policy of the Turkish Republic), Türkiye 1951 yılında Göçmen Sözleşmesini ve 1967 yılında da bu sözleşmeye ilişkin Protokolü imzalamıştır. Coğrafi gerekçe ile sadece Avrupa’dan geleceklere koruma sağlayacağını deklere etmesine rağmen yıllar içerisinde her yönden gelen göçmenlere kapısını açık tutmuştur.
 
 
Av. Reha TAŞKESEN | Tüm Yazıları
Hits: 2649