Gece yarısı, sabaha karşı düşüme giriyor.
Şiir dizeleri değil, bana kendini zorlayan yazının cümleleri...
Dizeler, cümleler birbirine karışıyor.
İmgeler yine bir kâbus gibi yapışkan.
Buraya nasıl gelindi, bu ülke nasıl bu duruma düştü?
Yaşadıklarımız gerçek mi, yoksa onları bir karabasanda mı görüyoruz?
Uyandığımda düş ve gerçek yine birbirine karışmış.
Neredeyse akıl sağlığımdan kuşku duyacağım.
Fakat tek bir sözcük dilimin ucunda ve beynimin kıvrımlarında ısrarla dolaşıyor:
Cânilik…
Cânilik… bütün bu yaşamakta olduklarımız…
Cânilik… En yakışan ad bu…
***
Sürmekte olan, sözüm ona bir siyasi davanın bir sonraki duruşması, üç ay, beş ay sonraya atılıyor…
Yani deniyor ki, sen üç ay, beş ay daha beton ve rutubet solumaya devam…
Deniyor ki, üç ay, beş ay daha, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey umut etmeden, seni diri diri gömdüğümüz mezarda kalmaya devam edeceksin…
Eğer ölmezsen, aklını kaçırmazsan, o sürenin sonunda yine karşımıza gelirsin.
Sonrası mı?
Yine aynı şey... Yeniden üç ay, beş ay daha zindanda çürümeye devam…
Böylece yıllar yılları izleyecek…
Ne önemi var…
Nasıl olsa biz sıcak yataklarımızda; eşlerimizin, çocuklarımızın, yakınlarımızın yanındayız…
Kahvelerimizi içer, sohbetlerimizi yapar, dalgalarımızı geçeriz…
Siz, sizler orada çürümekteyken…
Bütün bunlar, yıllardır yaşanmakta olanlar, içerde ya da dışarıda, ama azıcık vicdanı, duygusu, insafı olan herkese yaşatılmakta olanlar, cânilik değilse, cinayet değilse nedir?
Cinayet ille de birini silahla, baltayla, bıçakla öldürmek midir?
İşlenmekte olan hukuk cinayetlerinin tasarlayarak insan öldürmekten ne gibi bir farkı, hafifletici nedeni olabilir?
***
Karabasan yakamı bırakmıyor…
Câni, cânilik, cinayet sözleri bir saplantı gibi zihnimde fır dolanıyor.
Kendi cezaevi günlerimi, aylarımı düşünüyorum…
Bir gün olup da onları, o karanlık günleri, bugün aralarında dostlarımızın, arkadaşlarımızın da bulunduğu başkalarına yaşatılmakta olanlara yeğ tutacağım aklımdan geçmezdi…
Yüzyıllar öncesinde kaldığı ya da en kanlı, en acımasız faşist rejimlerde uygulanabilecek bir yok etme yöntemi bu…
80’ler Türkiye’sinde bile toplum bu kadar aptallaşmamış, kimliksizleşmemiş, vurdumduymaz olmamıştı…
Çıkarcılık, duyarsızlık, suskunluk, korkaklık, bütün bir toplumu bu kadar boyunduruğu altına almamış; cinayete, yağmaya, soyguna, yalana kılıf uydurma ustaları bu kadar dört bir yanı tutmamış, bu ölçüde hayâsızlaşmamışlardı…
Her şeye karşın, kimlikli bir toplumduk…
Bu gün ise ülke ilmek ilmek çözülüyor…
Yakında geriye sürüngenlerin, yırtıcıların kemirip tükettiği bir iskelet kalacak…
***
Karamsar mıyım?
Bilmiyorum…
Ama birilerinin canını acıtmak istiyorum…
Susmayın, konuşun…
Her yerde, dolmuşta, vapurda, sokakta, işyerinde, evinizde, her yerde konuşun, bağırın, sesinizi yükseltin…
Deli denilmekten korkmadan, kendi kendinizeyken, tek başınayken bile, konuşun, eleştirin, suçlayın, itham edin, kabul etmediğinizi haykırın…
Câniliğin her türüne, her görünümüne karşı çıkın…
Cânilik bulaşıcıdır, cinayete tanık olup da susmak, sesini çıkarmamak, suça ortak olmaktır…
Babasını cezaevinde ziyarete gelen sekiz yaşında bir kız çocuğunun, üç metal düğme öttü diye eteğini çıkarttırmak, aynı yaşta bir çocuğu havan mermileriyle parçalamaktan daha hafif bir suç değildir…
Yükseltin sesinizi… Alçaklığın, câniliğin her türüne, her çeşidine karşı çıkın…
Sonsuz sandığınız şu yaşam sona erip de sonsuz karanlığa girdiğinizde, kendinizle birlikte suskunluğun, cinayete suç ortağı olmanın ağırlığını, lanetini de taşımamak için…
(Cumhuriyet)