DENGE VE DENETLEME SİSTEMİ DE NE DEMEK?

28 Şubat’ı 8 Mart’a taşıyan ve  anayasal kurum temsilcileri ile siyasal zevatın belirlediği gündem, hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları bakımından ciddi kaygıları yansıtıyor. İşte birkaç kesit:

Yüksek yargı başkanları: Ne âdil yargı, ne de hukuk devleti!

2004’te kurulan istinaf mahkemelerinin faaliyete geçmesi,” 3 yıl daha ertelensin. Elimizdeki dosyaları üç yılda tamamlarız…” diyen Yargıtay başkanına göre, “Yargıtay’da incelenmek üzere bekleyen dosyaların bir anda yeni kurulmuş, daha hiç tecrübesi bulunmayan bölge adliye mahkemelerine devredilmesi bu mahkemelerin ölü doğmasına sebebiyet verir.” (3 Mart).


Soru: Önümüzdeki 3 yıl içinde gelecek dosyalar ne olacak? Dosyaları bir an önce tüketmek  kaygısının yanı sıra, “âdil yargılanma hakkı” önemli değil mi?


Danıştay binasının açılış konuşmasında Başkan Karakullukçu, kamu görevlilerinin yargılanmasına engel olan ‘soruşturma izni’ şartını savundu: ‘‘Yetkili makam suç işleyeni korumaz. Hiçbir endişem yok. Zamanaşımı varsa var.” (1 Mart).


Soru: Bu mantık, 1868’de kurulan Şuray-ı Devlet’in uzantısı olan Danıştay’ın varlık nedenini ortadan kaldırmaz mı? İdarenin yargısal denetimi bir yana bırakılırsa, hukuk devletinden geriye ne kalır?


El sıkışmak mı, yumruklaşmak mı ?


Anayasa Uzlaşma Komisyonu Başkanı C. Çiçek, İzmir’de anayasa platformu konuşmasında  “anayasa yumruk sıkılan yerde değil, el sıkışılan yerde yapılır” diyor.


“Anayasa reformu aracılığı ile Türkiye’nin denge ve denetleme sisteminin güçlendirilmesi’
raporu da böyle bir ortamda açıklandı…   


Ne var ki, ülkenin gündemi, bu söylem ve hazırlıklara tamamen yabancı:


Başbakan,  eğitimde “4+4+4” formülünü eleştirmesi üzerine, TÜSİAD ve başkanı Ümit Boyner için ağır sözler sarfetti.  AKP Gn. Bşk. Yrd. Ömer Çelik, TÜSİAD’a şöyle seslendi: “sivil toplum örgütüysen onun gibi davran, siyasî partiysen partinin adını koy çık karşımıza.” (3 Mart). Milletvekili  N. Canikli ise, işi eyleme döktü: “bu eğitim sistemini çok büyük oranda tahrip etti. Milletin talebini elinin tersiyle iten bir anlayışla dayatılan bir sistem söz konusu… TÜSİAD’ın  sayın başkanı böyle çok ağır siyasî bir konuda kanaatini belirterek adeta ringe çıkmıştır, bir de yumruk atmıştır. Ringe çıktığınızda yumruk atmak kadar yumruk yemeyi de göz alacaksınız…” (3 Mart).


Sadece iki soru:  Sayın vekiller, eğer bir dernek yöneticisi, eğitim sistemi konusunda kanaat belirtemeyecekse, aksi halde yumruk yiyecekse, böyle bir eğitim ortamı gençleri, hangi hedefe yönelik olarak yetiştirecek? Gerçekten, 8 yıllık zorunlu eğitim sisteminin bu kadar tahrip edici sonuçlar doğurduğuna inanıyor idiyseniz,  neden 10 yıl beklediniz? Halk bunun hesabını sormalı değil mi?


Aynı partiye mensup milletvekillerinin söylemi, el sıkışmaya olduğu kadar, denge ve denetim  mekanizmasına da tamamen yabancı. Bu gözlem, “alternatifi olmayan parti” söylemiyle doğrulanıyor: “Bir tanesi bir tarafa, diğerleri bir tarafa bir tablo, manzara var… Çünkü AK partinin alternatifi yine AK parti…” (İçişleri Bakanı, 4 Mart).  


“Özgürlük-eşitlik-haysiyet”, hangi cins için?


“Batı Avrupa’da kadına yönelik şiddet Türkiye’dekinden daha çok….”
 diyen Aile ve Sosyal politikalar Bakanı  Fatma Şahin’e, karşısındaki bay, şunu soramadı: “Acaba bütün Avrupa kıtasında kocası, nişanlısı ve sevgilisi tarafından öldürülen kadın sayısı, Türkiye’deki sayıya ulaşıyor mu?” (TV 24, 4 Mart).


Dolayısıyla, “Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı” mimarı kadın, hemcinsleri aleyhine bilgi kirliliğine yol açmış oldu.


“Türbana özgürlük” sloganına sarılan erkekler ise, nedense, “açıklık için de özgürlük” diyemiyor. Oysa,  “özgürlük”, ancak örtme veya örtmeme arasında serbest tercih ortamında geçerli olabilir. Özgürlük ve  eşitlik arasındaki denklem, insan hakları genel kuramının çatısıdır.  Sadece örtüye yanlı olarak özgürlük diyenler, bunun eşitlik ayağını ihmal etmiş oluyor. Böyle olunca, insan onuru da ikinci plana geçiyor: kadın, erkekle eşit değil. Zaten İslâm’ın temel sorunsalı bu değil mi?


Acaba, örtüleri için mücadele veren imza kampanyaları ile temayüz eden  erkek zevat,  yine erkeklerce yüzlerce kadının  öldürülmesi karşısında ne yaptı?


Özetle; anayasal kurumlar içi ve kurumlar arası denge ve denetim mekanizmaları işletilmediği gibi, siyasal çoğunluk da sivil topluma tahammül edemiyor. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanamadığı bir toplumsal yapı ile anayasal ve siyasal denge ve denetim mekanizmalarının eğretiliği arasında doğru orantı yok mu? Sonuç; “sayısal çoğunluk bende ise, devlet de benim”!

(Birgün)

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2609