Türkiye sağı, genel olarak, 1980’den çok 1960 darbesi ile hesaplaşma eğilimini yansıttı. Öte yandan, 27 Nisan’dan çok 28 Şubat üzerinde yoğunlaştı. Yani, yenisinden çok eskisini öne çıkarıyor; tıpkı, 60 yıllık çok partili dönemi “ak” 30 yıllık tek parti yönetimini ise “kara” görmesi gibi… Bu nasıl açıklanabilir?
“Muhafazakâr-maneviyatçı ve liberal” ekseninde orta sağı temsil eden Özal, 12 Eylül yönetiminin ürünü. Askere rağmen iktidara gelmiş olması, 1982 Anayasası’nı sahiplenme ve hatta daha fazlasını isteme iştahını gemleyemedi. Başbakanlığı döneminde, yasaklı siyasetçilerin haklarının iadesi için referandumda ısrarı; Cumhurbaşkanlığı döneminde ise, yarı-başkanlık eğilimleri, örnek olarak belirtilebilir.
Aslında, 1971 değişikliği ve 1982 Anayasası ile özgürlüklerin azaltılması ve otoritenin şahlandırılması, ‘60’lar ve 70’ler Türkiyesine damgasını vuran DP-AP çizgisindeki geleneksel sağın isteklerine yanıt anlamını taşımakta. “Parlamentonun üstünde Anayasa Mahkemesi, Hükümetin üstünde Danıştay ile bu memleket idare edilemez” şeklindeki yakınma (S. Demirel), askerler sayesinde karşılanmadı mı?
Bu düzenlemelerden, 1980’li yıllarda Özal’ın temsil ettiği siyasal çoğunluk fazlasıyla yararlandı. Unutmayalım ki, 1982 Anayasası’nda gedik açan ilk olumlu değişiklik, solun iktidar ortağı olduğu koalisyon hükümetleri döneminde kotarıldı (1995).
28 Şubat, kimin ürünü? Sorumluluk halkasını oluşturan üçlü: “Refah-Yol Hükümeti”, “Asker-siyasal yönetim ittifakı” (Milli Güvenlik Kurulu) ve “demokrasi eksiği ile malûl olan sivil çevreler”…
Nitekim Refah Partisi’ni kapatmadan hızını alamayan Anayasa Mahkemesi (AYM), onun devamı olan Fazilet Partisi’ni kapatmada duraksamadı (2001). Bunun üzerine, “Millî görüşçüler” karşısında kendilerini “yenilikçi” olarak adlandıran grup, partilerini kurdu: Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP).
28 Şubat MGK bildirisi ile AYM’nin Fazilet Partisi’ni kapatma kararı, AKP’nin doğuşuna ivme kazandıran iki itici güç oldu.
1982 Anayasası’nda olumlu anlamda ikinci büyük gedik, yine koalisyon hükümeti döneminde 2001 değişikliği ile açıldı.
AKP, şimdi 28 Şubat ile hesaplaşmayı, gündeminin ön sıralarına çıkardı. Ne var ki, sonuncu müdahale 27 Nisan muhtırasına bir türlü sıra gelmedi.
28 Şubat’ın 15. yılında AKP kurmayları, Erbakan’ın işlem ve eylemlerinin bir kısmını yanlış bulurken, aslında geçmişe yönelik bir özeleştiri de yapmış oluyor; bugün üzerine ise, bir durum belirlemesi. Şöyle ki, 10 yıldır AKP Hükûmetine yöneltilen eleştiriler, ilkin genellikle püskürtülüyor ve yanlış anlama furyası başlatılıyor. Bir süre sonra, yanlış yapıldığı kabul ediliyor. Ne var ki, çoğulculuk ilkesi içselleştirilemiyor.
Kuşkusuz, 28 Şubat süreci, ister “post-modern darbe” olarak, ister başka şekilde nitelensin, demokratik açıdan hiçbir şekilde kabul edilemez. Ama, Refah-Yol Hükûmeti üzerine bir kayıt, “nasıl demokrasi?” sorusunun yanıtını oluşturabilir: 28 Şubat öncesi, Bakanlar Kurulu bile toplanamıyordu…
Sonrasına gelince, zorunlu eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkması, başlıca kazanım olarak kaydedilebilir. 8 yıl uygulamasında en büyük pay, zaman dilimi olarak AKP hükûmetlerine ait…
Şimdi ise AKP, iktidarının 10., 28 Şubat’ın ise 15. yılında, “8 yıllık zorunlu eğitim”e hayır diyerek, “4+4+4” formülüyle, süreyi 12 yıla çıkarma görüntüsü altında, aslında 4 yıla indirmeyi amaçlayan yasa önerisini TBMM’nin gündemine getirdi. ( 4 yerine 4+4 de olabilir açıklaması, önerinin bilimsel temelleri konusundaki kuşkuların açık bir göstergesi değil mi?)
Ahmet Hakan, sorunu kısa ve öz olarak koydu : “4+4+4’ün amacı, imam hatiplerin yolunu açmak.”( CNN Türk, Tarafsız bölge, 26 Şubat). Amacı, AKP yerine, onu iyi tanıyan bir gazeteci telaffuz etti. Oysa, siyasal aktörlerin amaçlarını açıkça ortaya koymaları, demokratik saydamlık ilkesi gereği.
Askerin politikadan uzaklaşarak kışlaya çekilmesi, Türkiye’de “sandık yoluyla demokrasi”nin ilk koşulu. Bu süreç, büyük ölçüde tamamlandı…
Diğer koşul ise, dini, “politik malzeme” olmaktan çıkararak, inanç alanına ve camilere çekmek. Fakat yapılan, bunun tam tersi…
Sayalım: 1960’a, 1971’e, 1980’e, 1997’ye, 2007’ye, hepsine hayır! Bir daha asla yaşanmaması için, her türlü siyasal ve hukukî önleme evet!
Ama ya din? Daha doğrusu, dinin siyasete alet edilmesinin de ötesine geçerek, tersine, siyasetin “toplumu dinselleştirme” amacıyla kullanılmasına hayır denebilecek mi? Buna seyirci kalanlar, demokrat veya insan hakları savunucusu değil, mevcut siyasal çoğunluk tarafından temsil edilen iktidarın uydusu olabilirler ancak.
(Birgün)