OLAĞANÜSTÜ DÖNEM HUKUKUNUN GEÇERSİZLİĞİ
“Devlet benim”
XIV. Louis
Devlet bir tüzel kişiliktir. Vatandaşlarına yeterli ve sürdürülebilir bir refah ve güvenlik ortamı sağlamak devletin önemli ve öncelikli sorumluluğudur. Devletin bu sorumluluğu, devlet ile vatandaşları arasında akdedilmiş bir sözleşme olan anayasa hükümleri ile hem teminat altına alınmış ve hem de bir güvence olarak sunulmuştur. Günümüz demokrasilerinde bu sorumluluk, vatandaşlar tarafından seçilmiş ve geçici olarak devlet tüzel kişiliğini kullanma yetkisi verilmiş kişiler tarafından yerine getirilir.
Ancak, devlet vatandaş ilişkilerinde bu noktaya gelebilmek yüzyıllar almış ve insanlık önemli bir bedel ödemek zorunda kalmıştır. İnsanlık tarihi, geçici olarak devleti yönetme erki kendisine teslim edilen iktidarlar ile vatandaşları arasındaki mücadelelerin örnekleri ile doludur.
Halkının ülke ve dünya konularını anlayabilme yeteneğine ve yeterliğine sahip olmadığını öne süren egemen güç, halk adına yönetme erkini sürekli olarak elinde tutabilme hakkına sahip olduğuna inanmıştır. Halk “pazardaki kalabalık” olarak algılanmıştır. Halkı daha eğitimli, daha kültürlü, daha varlıklı, daha sağlıklı ve daha güvenli kılmak egemen gücün asli sorumluluğudur. Bunu yapmayan ya da yapmaktan kaçınan siyasi iktidarlar kısa erimli olarak iktidar arzularını tatmin etmiş, uzun erimli olarak da vatandaşlarının ve ülkelerinin geleceğini yok etmişlerdir. Bu bağlamda, insanlık tarihinde ve günümüzde yaşanan ve yazdıklarımızla örtüşen olayları bir kez daha gözden geçirmekte yarar bulunmaktadır.
Tarihimizde bir döneme de damgasını vuran bu anlayış “halka rağmen halk için” deyişi ile de anılmaktadır. Bu “devlet benim” mantığı ile hareket etmek anlamındadır. “Tek parti” ya da “tek adam” ile yönetilen süreçlere ait bu gibi tanımlamaların demokrasi ya da hukuk devleti anlayışı ile de ilintili kılınması mümkün değildir.
Etnik, dini, ekonomik ya da ideolojik gerekçeler öne sürmek suretiyle “ülkeyi kurtarma” savı ile ya da seçimle gelerek bir daha gitmemek üzere yönetime el koyan iktidarların kendine özgü yeni bir hukuk anlayışını da uyguladıkları bilinmektedir. Belki de “olağanüstü dönem hukuku” olarak adlandırabileceğimiz bu kapalı dönem hukukunun “hukuk devleti” anlayışı ile örtüşmesi mümkün değildir.
Kişi unutma özürlüdür1. Vatandaşların soluk aldığı demokrasi ve özgürlük kavramlarını özümseyerek yaşadığı dönemler, sürekli olarak olağanüstü dönemler ve bu dönemlere özgü hukuk anlayışı ile kesintiye uğramıştır. Geride kalan yüzyıl içerisinde Avrupa Kıtası’nda bu kesintiler sık olarak yaşanmış ve bugün insanlık dersi verme savı ile öne çıka Avrupa, kendi vatandaşlarını bir “olağanüstü dönem hukuku” ile karşı karşıya bırakmaktan geri kalmamıştır. Bu anlamda Avrupa’da geride kalan yüzyıl içerisindeki yoğunluk 1930’lardan sonra yaşanmaya başlanmıştır2. Hemen Avrupa ülkelerinin tamamı insan haklarının ve hukuk devleti anlayışının hiçe sayıldığı karanlık dönemler yaşamışlardır.
Bu dönemlere, döneme özgü hukuk anlayışı egemen olmuştur. Gerçekte bu dönemlerin hukuksuz dönemler olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Karanlık dönemler olarak anılan süreçlere insan hakları ihlalleri damgasını vurmuştur. Tutuklamalar, işkenceler, yargı kararı olmaksızın ya da dönem özgü yargı kararları ile hapisler, ayrışmalar, bölünmeler, kitlesel göçler sıradan olaylar olarak tarihe iz bırakmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası kurumlar baskı dönemi yönetimlerini kınayan kararlar almışlardır3.
Bu kurumlar kınama kararlarına ek olarak gelecekte benzer dönemlerin yaşanmaması adına ulusal ve uluslararası mekanizmaların kurulması hususuna da dikkat çekmişleridir.
Üyelik müzakere sürecinin önündeki engelleri bir türlü aşamadığımız Avrupa Birliği’nin kuruluş felsefesinin altında yatan iki ana nedenden bir tanesi Avrupa vatandaşlarının huzur ve güven ortamında yaşamasının sağlanması, diğeri ise zenginleşme ve bu zenginliğin paylaşılmasıdır.
Olağanüstü dönemlerin hukuk dışı uygulamalarının acısını yaşayan Avrupa, hak ihlallerinin önünü kesmek ve benzer süreçlerin yaşanmaması için ulusal üstü hukuk mekanizmalarının kurulması anlayışını geliştirmiştir4.
Avrupa ülkeleri bir adım daha atmışlar ve II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreç içerisinde, demokratik olmayan dönemin mağdur kişilerine yönelik düzenlemeler yapmışlardır. Yeniden itibar kazandırma, malların iadesi ve tazminat başlıkları altında yapılan düzenlemeler ile mağdur kişilerin mağduriyetleri önlenmeye çalışılmıştır5.
Mağduriyete neden olan hususlar içerisinde adil olmayan yargılamalar da (unfair trails) yer almaktadır. Olağanüstü dönem idari işlemlerini ve yargılamalarını olağan saymak mümkün değildir.
Yukarıda işaret ettiğimiz Avrupa’da “insan onurunu” onarma anlamındaki çalışmalar, bir anlamda da olağanüstü dönem hukukunun geçersiz olduğuna işaret etmektedir.
Türkiye’de de benzer dönemler yaşanmıştır. Bu bağlamda 1960 ile 1980 yılları arasında her on yılda bir Türkiye “ara rejim” süreçleri yaşamış ve 12 Eylül müdahalesi sonrasında da “12 Eylül Hukuku” ifadesi siyasi ve hukuk tarihimize yazılmış ve belleklerde yer almıştır6. Yaşanılan olağanüstü dönemlerin mağdurları olmuştur. Geride kalan süre içerisinde bir kısmı için kısmi düzenlemeler yapılmıştır7. Bu düzenlemelerin bütün süreçleri kapsayacak ve mağdur edilen sivil ya da asker herkesin haklarının iadesi adına yeniden gözden geçirilmesinin kamu vicdanını rahatlama adına faydalı olacağı düşünülmektedir.
Olağandışı dönemlerin mağdur asker kişilerinin itibarlarının ve haklarının iade edilmesi adına ise; yakın zamana kadar esaslı bir düzenleme yapılamamıştır. Bu kişilerin kırılan onurlarını onarmak ve itibarlarını eski haline getirme konusu düşünülmemiştir.
İlk kez “6191 sayılı Yasa” ile olağanüstü dönemlerde TSK’den ilişiği kesilen asker kişilerin mağduriyetinin önlenmesine yönelik bir düzenleme yapılmıştır8. Ancak, bu düzenleme arzu edilen sonucu doğurmamıştır. Geldiğimiz nokta itibarıyla yasa kapsamına giren kişilerin %58,8’inin (2218 kişi) henüz itibarları eski haline dönmemiş ve bu kişiler haklarını alamamışlardır.
Türkiye’de olağanüstü dönem mağdurlarına yönelik düzenlemenin maksadına ulaştığını söylemek mümkün görülmemektedir. Kamuoyunda bu düzenlemenin siyasi bir maksada yönelik ve belli bir siyasi görüş yandaşlarının mağduriyetini önleme adına yapıldığı konusunda bir kanaat ortaya çıkmıştır. Düzenleme, haklarını alamayan mağdur kişileri bir kez daha mağdur etmiştir. İnsan onuru bir kez daha yara almıştır. Çoğunluk, bir yasa ile haklarının iade edilmesi seçeneği yerine; uzun ve yıpratıcı bir yargı süreci sonunda haklarını alma seçeneği ile karşı karşıya kalmışlardır9. Bu yargı sürecinin sonunda haklarını alabilecekleri hususu da tartışmalıdır10. Yargılamanın “bağımsız ve tarafsız” mahkemeler tarafından yapılması hususu bütün insan hakları belgelerinde yazılıdır. Bu belgelerin altında Türkiye’nin de imzası bulunmaktadır.
Avrupa’daki olağandışı dönem mağdurlarına yönelik “eski itibarını geri verme” süreci kapsamlı ve kararlı bir anlayışla ele alınmış ve birçok Avrupa ülkesi üzerine düşeni yapabilme başarısını göstermiştir. Bu istikametteki çalışmalar devam etmektedir.
Türkiye’de de hukuksuz dönem olduğuna her hukukçunun ve her kişinin evet diyebileceği ve “etkin başvuru olanağının” bulunmadığı olağanüstü dönem koşulları özenle dikkate alınmalıdır11. Her mağdurun farklı bir hukuksal gerekçesi olabileceği ve dosyasının ayrı incelenmesi gerekeceği hususu göz ardı edilmemelidir. Bütün mağdur kişilerin birkaç kategoriye ayrılarak hukuksal bir çerçevenin içerisine yerleştirilmesi çabasının modern hukuk anlayışı ile örtüşmesi mümkün değildir. Henüz haklarını alamayan mağdur asker kişilerin, o dönemde askeri öğrenci olanlar da dahil olmak üzere haklarını alabilmeleri istikametinde kararlı ve hakkaniyete uygun adımlar atılmalıdır.
Bu konuda Türkiye’nin “hukuk devleti” iradesi ile hareket edebilmesi önem arz etmektedir.
Av. Reha Taşkesen
Ankara, 20.02.2012
Hits: 2976