Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Osmanlı devletini yeniden ihya etmeyi ve lağvedilen saltanatı geri getirmeyi savunan etkili bir siyasi akım hiç var olmadı. Cumhuriyetin bir kurtuluş savaşı kazanarak kurulması nedeniyle sahip olduğu meşruiyet, rejimin Osmanlı geçmişini açık bir şekilde reddedip kendi ötekisi olarak ilan etmesi, Kemalist ideolojinin kuşatıcı etkisi ve otoriter yapının farklı siyasal ideolojilere karşı tahammülsüzlüğü bu var olmayışın en önemli sebepleriydi.
Cumhuriyeti kuran kadrolar, koskoca bir imparatorluğun on beş yirmi yıl gibi kısa bir süre içerisinde yıkılıp gittiğine şahitlik etmişler, bu yıkımdan son kale olarak gördükleri Anadolu’da bir devlet çıkarmayı başarmışlardı. Tam da bu nedenle dış politikada maceracı arayışlara girmeyi ve yeni bir Osmanlı rüyası görmeyi reddettiler. Ancak milliyetçi muhafazakâr aydınlar arasında ve bütün sağ partilerde altın çağ özlemi anlamında bir Osmanlıcılık fikri her daim mevcut oldu. Özellikle cumhuriyeti kuran parti olan CHP’nin çok partili hayata geçilmesinin ardından iktidarı kaybetmesi ve merkez sağ partilerin iktidara gelmesiyle beraber Osmanlı siyasal söyleme tekrar döndü.
Milliyetçi-muhafazakâr aydınlar ve siyasal partiler cumhuriyetle doğrudan bir cepheleşmeyi göze alamadıkları her durumda Osmanlı geçmişine atıf yapmayı tercih ettiler; Osmanlı, hoşgörüsüyle, adaletiyle, nizam-ı âlem fikriyle hem cumhuriyetin hem de yirminci yüzyılın, yani Soğuk Savaş döneminin bütün partilerinin ve siyasi ideolojilerinin asıl alternatifiydi. Buna göre Osmanlı, Batı’nın çok sonraları keşfettiği uygarlık değerlerinin hemen hepsine geçmişte sahip olmuş, farklı etnik kökenlerden ve farklı sınıflardan milyonlarca insanı barış içerisinde bir arada yaşatma başarısını göstermişti.
Bir zamanlar milyonlarca kilometrekarede hüküm sürmüş bir devletin varlığını bilmek, milliyetçi muhafazakâr aydınlara ve partilere emperyal bir geçmişin emperyal bir geleceğe dönüştürülebileceğine dair bir işaret olarak görünüyordu, Türkler geçmişte bir imparatorluk kurmuşlarsa gelecekte de kurabilirlerdi. Buna dayanak olarak ise Türklerin tanrı tarafından dünyaya nizam vermek, yani dünyayı yönetmek ve adaletli bir şekilde şekillendirmek için seçilmiş bir millet olduğu şeklindeki tezler ileri sürülüyordu. Nizam-ı Âlem ve İla’yı Kelimetullah gibi kavramlar bu tezlerle birlikte popülerlik kazanmaya başladı.
Özellikle 1960’ların ortalarından itibaren Türkiye’de sol akımların ve işçi sınıfı hareketinin yükselmesiyle birlikte Osmanlı, sağ partiler açısından temel referans noktalarından biri haline geldi. Kemalist aydınların önemlice bir bölümünün sol düşüncelerden etkilenerek giderek sola kaydığı ve solun hem ideolojik hem de kültürel alanda hegemonya kurmaya başladığı bir dönemde sağcı aydınlar ve partiler özellikle taşralı gençleri anti-komünist mücadeleye dahil edebilmek için hem İslami söylemlerini hem de Osmanlıcılığı yükseltmeyi tercih ettiler. Böylelikle solcular milletinin değerlerine yabancılaşmış, Batı öykünmecisi, köksüz ve temelsiz ideolojilerin temsilcileri olarak gösterilirken, milliyetçi ve muhafazakâr akımlar kendilerini kadim değerlerin temsilcisi, yerli ve özgün olarak sunabileceklerdi. Örneğin bu dönemde MHP Osmanlı sancağındaki üç hilali parti bayrağı olarak seçiyor, gençlik örgütü olan Ülkü Ocakları’nın bayrağına ise bir hilal içerisinde ulumakta olan bir bozkurt figürü yerleştirilerek hem Osmanlı’ya hem de Osmanlı öncesi Türk geçmişine göndermede bulunulmuş olunuyordu. MHP’nin önemli ideologlarından biri olan Dündar Taşer emperyal bir devlet hayalini “Büyük Türkiye” terimiyle ifade ediyor; Süleyman Demirel ise 1977 yılında yayınlanan kitabına aynı ismi, yani “Büyük Türkiye” ismini veriyordu. Bunun yanı sıra Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi’nin parti programlarında geleceğin büyük Türkiye’sinin Osmanlı benzeri bir devlet olacağı söyleniyordu. (İlginçtir, Milli Görüş geleneğinin son partisi olan Saadet Partisi’nin 2011 seçim beyannamesinin başlığı “Yeniden Büyük Türkiye’yi İnşa Programı’ydı) Dolayısıyla 1980’lere gelindiğinde, hem merkez hem milliyetçi hem de İslami sağda Osmanlı temel referans noktalarından birini teşkil eder hale gelmişti.
12 Eylül darbesinin Türk-İslam sentezine dayalı dönüşüm projesiyle zemini hazırlanan yeni Osmanlıcılığın adının konulması ise Özal döneminde gerçekleşti. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve reel sosyalizmin sona ermesinin ardından Türkiye’nin uluslararası konumunun ne olacağına dair sağcı entelektüeller tarafından başlatılan tartışmada, özellikle Türkiye Günlüğü dergisi etrafında toplanmış olan isimler post-komünist dünyada Türkiye’ye yeni bir fırsat kapısının açılmış olduğunu, Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi topraklarda, yani Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’da emperyal bir güç haline gelebileceğini savunuyorlardı. Ancak Türkiye’de siyasetin ve ekonominin yoğun krizler yaşadığı 1990’lı yıllar, emperyal Türkiye hayallerini daha baştan ciddiye alınamayacak bir fantezi haline getiriyordu. Özal’ın karizmasıyla ve bir grup entelektüelin çabalarıyla gündemde tutulmaya çalışılan yeni Osmanlıcılık fikri 90’ların karmaşık gündeminde yok olup gitti. Yeniden sahneye çıkışını görmek için ise 2000’li yılları ve AKP iktidarını beklemek gerekecekti.
AKP, Türk sağının bütün unsurlarını (liberal, muhafazakâr, milliyetçi ve İslamcı) bünyesinde birleştirmeyi başaran bir parti olarak, sağın Osmanlıcı mirasına da sahip çıktı ve adını koymamış da olsa dış politikasını açık bir şekilde yeni-Osmanlıcılık olarak belirledi. Bu ise esas olarak ABD’nin ve Atlantik ekseninin Ortadoğu’ya yönelik politikalarında taşeron bir rol üstlenmek anlamına geliyordu. Bu rol “Arap baharı” ile birlikte çok daha belirgin bir veçheye kavuştu, Kaddafi’nin devrilmesi sürecinde yaşananlar bu rolün ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuş oldu. Benzer bir oyun şimdilerde Suriye ve Esad rejimi için oynanıyor ve yeni-Osmanlıcılık kendisine düşen taşeronluk görevini yerine getirmek için elinden geleni yapıyor. İç ve dış politikanın ayrıştırılamaz biçimde içiçe geçtiği böylesi bir konjonktürde toplumsal muhalefetin sadece iç politikadaki gelişmeleri değil dış politikayı da gündemine alması gerekiyor.